top of page
  • aliboratav

12 Adalar - Yaz gezileri 2: Leros’tan dönüş: Lezzet ve rüzgar fırtınası - 2010 Eylül

Kos-Pserimos-Kalimnos-Leros yolculuğumuzun ikinci etabı tam bir heyecan ve lezzet fırtınası içinde geçti. Dönüş yolunda Kalimnos’un kuzey ucunden sabah saatlerinde yola çıktığımızda 5 şiddetinde olan hava, Pserimos - Bodrum arasında 7 bofora ulaştı. Dalga yüksekliği de 4 metreye… Son 19 millik etabı yelkenle 2 saatte aştık. Lezzet duraklarımız ise, Kalimnos’ta Pandelis, Leros’ta Milos ve Zorba tavernaları oldu...


Leros Pandeli Koyu


Temmuz ayında yaptığımız Bodrum çevresi Yunan Adaları turumuzun ilk bölümünü Yacht Türkiye’nin ağustos sayısında yazmıştım. İlk bölüm, Bodrum – Kos – Pserimos - Kalimnos Vathy - Kalimnos Emporeios duraklarımızı kapsıyordu. Bu yazı da gezimizin devamıdır…

Baştan söyleyeyim! Yolculuğumuzun bundan sonraki bölümü, daha güzel; daha maceralı ve daha lezzetli geçti.

Salı sabahı erken saatlerde Kalimnos’un kuzeybatı ucundaki Emporieos Koyu’ndan hareket ettik.

Jeanneau 45 teknemize alışmıştık. Yüksek dalgada, sert rüzgarda şahane yol tutuyordu. Yolculuğumuzdan önce baktığım hava durumu tahminlerinde her geçen gün rüzgarın şiddetini artıracağı öngörüsünü bildiğim halde, artık endişelenmiyordum. Ne de olsa şiddetli fırtına uyarısı yoktu ve rüzgar dayanılmaz bir hal alırsa ekip olarak rotamızı güneye çevirip pupa yelken, Bodrum’a inme kararı almıştık.

Leros’a adım atarken yaşanan talihsizlik

Planımız, sabah saatlerinde Emporeios’tan hareket edip 10 mil yol yaparak Leros’un doğu kıyısındaki Panteli’de gecelemekti. Korunaklı bir balıkçı köyü olan Panteli, hem geceleri artacak rüzgara karşı emniyetli bir liman, hem de meşhur balıkçı tavernaları ile lezzetli bir durak olacaktı.

Erken saatte yola çıkmamıza rağmen, kuzeyden esen ve giderek şiddetini artıran havada adaların koruması altına girerek fazla zorlanmadan yolu aştık. Leros’un sularına girdiğimiz anda denizin renginin daha güzelleştiğini hissettim. Keyfim daha da yerine geldi.

Adanın doğu yakasına geldiğimizde orsa seyrine geçip Panteli’ye doğru rota tuttuk.

Şanslıydık; adayı üstten sıyıran rüzgar vadilerden kıyı boyunca yelken yapmamıza imkan veren bir açıyla tepemize iniyordu. Ama bu sert ve sevimli rüzgar Panteli önüne geldiğimizde bir kabusa döndü.

Bir türlü demirleyemedik.

Önce koyun güney yamacındaki kayalara çakılmış halkalardan koltuk aldık. Demir attığımız yer 20 metre kadar vardı ve dip eriştelikti. Bizim 50 metrelik zincirin tutacağı da yoktu. Teknenin bordasına vuran ve gece  de devam etmesini beklediğimiz şiddetli rüzgar nedeniyle sabaha kadar orada tutunamayacağımızı anladık.

Bir de Panteli’nin küçük mendireğinin ucunda doğu yönünden demir atmayı denedik. Fakat köyün ortasından bindiren rüzgar orada da tekneyi kuzeye doğru atmaya başladı. Orada da tutunamayınca demir alıp Panteli’nin 2 mil kuzeyindeki Agia Marina’da şansımızı denemeye karar verdik. Moraller bozuldu.

Murphy Bey…

İşte tam bu noktada, Murphy Kanunları devreye girdi. Koltuk halatını çözüp demir toplarken birden ırgat sustu.

Tekneyi rüzgarda açık denize sürüklenmeye bırakıp hemen buruna koştuk. Çapa suyun içinde 5-6 metre derinlikte sallanıp duruyor. Irgat da, ne yapsak çalışmıyordu.

Kalan az miktarda zinciri ve çapayı elle çekip, açık denizin ortasında serinlemek için denize atlayıp, sonra da açtık birer şişe bira. Herkes fikrini söyledi. Ben bu tür durumlarda, sonra başım ağrımasın diye olabilir seçenekleri sıralayıp ekibin karar vermesini tercih ederim. (Başarılı ve huzurlu kaptanlığın sırrı budur.)

Seçenekler:

-          Bu bölgede bildiğimiz tonozlu tek yer olan Emporeios’a geri dönmek.

-          Leros’un merkezi olan Lakki’deki küçük marinaya gitmek, yer bulabilirsek orada ırgatın tamir şansını denemek.

-          Kalimnos’un merkezi Pothia Limanı’na gidip, tonoz ya da bordalayacak bir yardımsever tekne aramak.

-          “Lanet olsun” deyip Bodrum Marina’ya dönüp ırgatı tamir ettirmek ve tatilin devamını Gökova’da geçirmek.

Bir yıldır Yunan Adaları gezisi hayalleri kuran ekibimiz tabii ki, en zor seçeneği uygun gördü: Lakki Marina’da bir yer bulmaya çalışmak. Eğer yer bulamazsak da Emporeios’a dönmek.

Bunlar yapılabilir şeyler tabii... Panteli - Lakki  11 mil, yani 1.5 saat. Lakki - Emporeios da ancak bir o kadar sürer. Tabii yer bulmak kaydıyla.


Lakki’de huzur

Lakki, Leros’un batı kıyısında karaya 3 mil giren bu bölgenin en büyük doğal limanı. İkinci Dünya Savaşı’nda İtalyan donanması Güney Ege merkezi olarak bu limanı kullanmış.

Lakki Körfezi’ne girerken bir de baktık çevremizde 6-7 tekne, herkes yer bulma umuduyla marinaya doğru ilerliyor.

Hemen yelkenleri indirip motora da tam yol verip 3-5’ini geçtik. Marinaya vardık. Telsizden anons yapmadan doğrudan en kuytu köşesinde boş gördüğüm bir yere yöneldim.

Tam yol yanaşıyoruz ki, karşıdan marinanın botu belirdi. O da bize doğru tam yol geliyor... Yolun ortasında kafa kafaya geldik.

Sonradan adının Kiriyakos olduğunu öğrendiğimiz rıhtım sorumlusu kesin bir ifadeyle “Yer yok” dedi. Ben de ırgatın bozulduğunu başka gidebilecek yerimiz olmadığını söyledim. Biraz itiş kakıştan sonra, Kririyakos rıhtıma gitti, orada birileriyle konuştuktan sonra uzaktan eliyle ‘gelin’ işareti yaptı. Anlaşılan, bizim o mahzun ve umutsuz halimizi görünce kıramadılar, kabul ettiler.

Lakki Marina, ‘L’ biçiminde 30-40 teknenin tonoz alıp bağlanabildiği, duşu, tuvaleti, elektriği, suyu, çamaşırhanesi olan son derece sempatik bir barınak.Limanın batı ucunda bir cafe var, merkeze ve plaja yürüyerek 5-10 dakika mesafede sakin ve keyifli bir yer.


Leros keşifleri

Yerleşip bir de duş yapıp kendimize geldikten sonra elektrikçi sorduk. Biz sormadan zaten marinadakiler konuşmuşlar. Bize “Çok işi varmış, yarına gelmeye çalışacak, gelemezse ertesi sabah gelecek, bakacak” yanıtını verdiler.

“Peki başka elektrikçi var mı?”

“Yok!..”

Uzatmayayım… Lakki Marina’da 2 gün kaldık, elektrikçi gelemedi. (Bodrum Milta Marina’ya döndüğümüzde acentamızın Bodrum sorumlusu ve iki elektrik ustası bizi pontonda bekliyordu.  Bu da Türkiye’deki hizmet anlayışı farkı!!!)

Hiç moralimizi bozmadan 2 gün Lakki’de kalıp, adayı bir araba kiralayıp karadan keşfe karar verdik. Durum belli olunca, teknede hayat normale döndü. Bir şişe beyaz şarap açıp kıraate başladık.

Gün batımına doğru bir taksi çağırdık ve dosdoğru adanın diğer yanında bulunan Agia Marina’daki Milos Restaurant’a doğru yola çıktık.

Tatil rotamızda bulunan adalardaki en iddialı restoran olarak, Leros’un simgesi deniz ortasındaki yel değirmeninin kıyısındaki Milos’un ismini kaydetmiştik. Bindiğimiz taksi ile yaklaşık 10 dakikalık bir kısa yolculukla Milos’un kapısına vardık.

Begonvillerin arasından girilen Milos Taverna, son yıllarda gördüğüm en iyi ambiyansa sahip mekanlardan biriydi.

Denizin üstünde bir taraça, köşelerinden uzanan dar beton rıhtımlarla yapılmış doğal bir livar ve bu beton rıhtımın ucunda, denizin ortasında eski zamanlardan kalmış ve restore edilmiş bir yel değirmeni. Taraçanın yarısı camekanlarla kaplanmış, yarısı açık hava. Mavi beyaz tahta masa-iskemleler, kapalı bölümde ortama sıcaklık katan aksesuar ve resimler, küçük bir bar...


Havyar da eksik değildi

Milos’un sahibi Takis, 60 yaşlarında beyaz saçlı, bıyıklı, inanılmaz güler yüzlü ve hoşsohbet bir meyhaneci. Servisin başında Takis’nin oğlu olduğunu sandığımız tiril tiril beyaz keten gömlekler giymiş iki genç var. Kasada gelini. Hepsi olağanüstü şık, güler yüzlü ve keyifli insanlar.

Yemekler tek kelimeyle şahane. Yunan Adaları’nda, ahtapot ızgara, kalamar tava, midye saganaki akşamlarımızın vazgeçilmezleriydi. Burada da yedik… Değişik bir lezzet için de Simi karides ve özel mantar ızgaralarından aldık. Mantar nefisti.

Ana yemeklerden, havyar katılmış kremalı somonlu makarna ve jumbo karidesli risottoyu da gidecek olanlara özellikle tavsiye ederim. Risottoyu kabuklu deniz mahsullerinin kabuklarını da ekleyerek elde ettikleri bir balık suyuyla yaptıklarını sanıyorum. Ayrıca sardalya da istedik. Kos’ta da yemiştik, ama bu kez, daha yağlı ve güzel bir sardalyayı hem de fileto olarak sundular. Güzeldi!

Bir tek ahtapot her zamanki gibi sertti.

Dayanamadım, Takis’nin oğluna “Niye bu ahtapotu marine etmiyorsunuz?” diye sordum.

Önce “Bizim geleneksel yöntemimiz güneşte kurutmaktır. Ahtapot denizden çıktığı gibi, doğal  yenilmelidir. Güzeli budur. Ayrıca bazı ahtapot serttir, bazısı yumuşak” gibi açıklamalar yapmaya başladı.

Ama karşısında benim gibi bir ahtapot delisi olduğunu fark etmeden yaptığı bu felsefi açıklamaların, hepsine burun kıvırdığımı görünce itiraf etti: “Yunan Adaları’nda ahtapotu marine etmeye zaman olmuyormuş.”

Hesap ise; şarap - uzo dahil  5 kişi, 110 Euro... Bu ada tavernalarının mütevazı hesap pusulaları kahredici oluyor!!!

Milos’ta muazzam keyifli bir akşam yemeğinin ardından kıyıdan yürüyerek Agia Marina’nın merkezine gittik.

İsminin marina olduğuna bakmayın. Açık denize bakıyor. Rıhtımda mapalar var, ama rüzgar güney ya da güneybatıdan esmedikçe burada tekne ile barınılmaz.

Agia Marina sokaklarında dolaşırken bulduğumuz tek farklı dükkan ise, kaliteli bir hediyelik eşya satıcısı oldu. Çok güzel seramikler, biblolar vardı. Kos’taki kısa gezintimizde bile bu kadar derli toplu ve kaliteli ürün bulunan bir dükkan görmemiştik.

Kiralık araba ile Leros turu

Ertesi sabah Lakki’nin merkezindeki şahane fırınlardan aldığımız ekmekler ve şarküteri alışverişimiz ile mükellef bir kahvaltı ettik. Sonra marinaya yürüyerek 10 dakika mesafedeki bir acentadan günlüğü 30 Euro’ya kiraladığımız küçük bir araba ile Leros turumuz başladı.

Önce Lakki’nin kuzeyindeki ikinci büyük girinti olan Gurna Koyu’nda bir deniz molası verdik. Ardından da hızla adanın kuzey doğusundaki Alinda Koyu’na gittik.

Alinda, Leros’ta gündüz vakti sanırım en güzel koy. Zaten bütün kıyı küçük cafe ve tavernalarla kaplı. Bu tavernaların sahilde çardakları var. Üç beş masa atmışlar. Biz tüm kıyıyı dolaştıktan sonra en çok beğendiğimiz cafe-bar-taverna Alinta Leros’un çardağına demir attık. Güzel bir öğleden sonra geçirdik.

Akşamüstü ilerleyen saatlerde, yüzyıllar boyunca Leros her işgal edildiğinde ada halkının sığındığı Platanos Kalesi ve Köyü’nü de arabamızla gezerek marinaya geri döndük.

Duş ve günbatımı şarabı ritüellerinin ardından yeniden arabaya atlayıp, kıyılarından hüsran içinde Lakki’ye döndüğümüz Panteli Koyu’na gittik. Deniz yoluyla 2 saat tutan yol karadan sadece 10 dakikaydı. (Bir adayı karadan keşfetmenin rahatlığı tartışılmaz...)

Panteli, tıpkı Agia Marina gibi, kıyısında 7-8 taverna bulunan küçük bir yerleşim merkezi. Akşamın sükunetinde bir gün önce yanaşabilmek için ecel terleri döktüğümüz kayalıklar bile çok masum görünüyordu. Üstelik mendireğin arkasındaki balıkçı barınağında 3-4 yelkenlinin yanaşabileceği bir rıhtım bulunduğunu da fark ettik ve iyice kahrettik.


Papalina ve Maridaki

Limanın ortasındaki Zorba Taverna’da, tıpkı bir akşam önce Milos’ta olduğu gibi, torpilli masalardaki müşterilerin tamamına yakını Türk’tü.

Eee, buralarda Bodrumlu müşteriler ıstakoz-böcek kırdırırken İngiliz turistler bira-patates takılıyor.

Panteli’de koyun güney yamacını kaplayan Castle Taverna ise, neredeyse tamamen Türk müşterilerce işgal edilmişti. Zaten Castle’da çalan müzik de Sezen Aksu ve İbrahim Tatlıses arasında gidip geliyordu...

Gece boyunca bol bol sohbet ettiğimiz garsonumuz Türkleri çok seviyordu, bize ev yapımı tsipouro bile ikram etti. (Buna Çikarya diyorlarmış) Sipariş verirken kendi önerilerini söyledi. Mesela bir ara “Papalina ister misiniz?” diye sordu. “Aaa ne güzel yavru sardalya mı var?” dedim. İtiraz etti, “maridaki maridaki” diye…

Bir tabak balık getirdi. Bir de baktık yavru gümüş balığı. “Neden buna papalina diyorsunuz?” diye sordum. Meğer, bizim Türk müşteriler öyle ezberletmişler... Biz giderken, garsonumuz hala “maridaki-papalina” diye göz kırpıp dalga geçiyordu...

Zorba’daki debdebeli gecenin ardından Leros’taki ikinci gecemizi de Lakki Marina’da demirli Samba’mızda huzur içinde geçirdik. (Bu arada marinanın günlük ücreti 25 Euro.)


Leros’a veda…

Kahvaltı öncesi Samba’yı bağladığımız rıhtımdaki Escape Cafe’nin masalarına oturup bir espresso içip, teknenin bütün donanımını kontrol ettim. Hem ırgatımız hala çalışmıyordu. Hem de Leros’tan yokuş aşağı Bodrum’a kadar yolculuk yapacağımız perşembe, cuma günleri bizim bulunduğumuz bölgede fırtınamsı rüzgar, Rodos açıklarında ise alenen fırtına uyarısı vardı.

O heyecan ve endişe ile Lakki Körfezi’nden erkence bir saatte çıkıp da bulabildiğimiz rüzgar ise, rüzgar panelinde maksimum 20’yi gördüğüm 14-16 şiddetinde hafif bir havaydı.

Koyuverdik yelkenlerin tümünü… Lakki’den Kalimnos’un Empereios Koyu’na kadar olan 9 millik yolu 1.5 saatte aştık.

Empereios’da yine Kaptan Costa’nın önündeki tonozlardan birine bağlandık. Akşam ise çağırdığımız taksiyle Kalimnos’un merkezi olan Pothia’nın yolunu tuttuk.


Pothia’da rıhtım keyfi

Bir limanı denizden görmek ile karadan keşfetmek arasında gerçekten büyük bir fark var. Leros’a doğru çıkarken sadece bir göz atmak için denizden uğradığımız Pothia’dan pek etkilenmemiştik. Oysa gün batımının sarı-kızıl ışıkları içindeki Pothia kasabası çok hoşumuza gitti.

Bir uçtan diğerine 2 kilometreye yakın Pothia Limanı’nın doğu kısmında belediye 2-3 yıldır sürdürdüğü beton bloklarla kaplı rıhtım inşaatını bitirmiş. Belki 200 teknenin baştan zincir atıp kıçtan kara bağlanabileceği, elektrik-su alabileceği uzun bir rıhtım ortaya çıkmış.

Biz ise, tüm Pothia’yı gezdikten sonra limanın batı kesimindeki eski bölümün daha sempatik olduğu kanaatine vardık. Doğu yönünde sığ kıyıyı ıslah etmek için yapılmış dev beton bloklar biraz sevimsizdi.

Pothia Limanı’ndaki akşamüstü gezimizde 3 önemli keşfimiz oldu.

Birincisi, limanın tam orta bölgesindeki aşırı gürültülü cafelerin arkasındaki dev sünger mağazasıydı.

Kalimnos süngercilerin adası. Dünyadaki belki de tek sünger müzesi burada. Ama özellikle son 50 yılda o kadar çok çıkarılmış ki, artık yerli sünger bulmak pek zor hale gelmiş. (Bizim Bodrum’da da durum aynı.) Kalimnos’un simgesi olan süngerler artık büyük ölçüde Girit’ten geliyormuş. Kalimnos denizlerinde 60 metrenin üstünde sünger bulunmuyormuş. Hatta bazı dükkanlar ve işportacılarda ucuz Güney Amerika ve Hint Okyanusu süngerleri de satılıyormuş.

Neyse yine de geleneksel bir sünger dükkanını ziyaret etmek hoştu. Merdaneler, rutubetli taze sünger kokusu, bir tarafta köşeli süngerleri kırpıp yuvarlaklaştıran ak saçlı bir amca, süngerin fiyatını belirlemek için kullanılan geleneksel delikli tahtalar... Bir tahta, ortasında 15-30 cm. çapında delikler, seçtiğiniz sünger ıslanınca hangisinden geçiyorsa fiyat ona göre belirleniyor. Ama pazarlık yok! Hepsi keyifliydi vallahi.

İkinci keşfimiz limanın tam ortasındaki Bottle Store isimli dev içki dükkanı oldu. İthal içkiler biraz pahalıydı. Ama Yunan konyakları, uzoları, likörleri ve tsipourolarının (Yunan grappası) tümünü bir arada, hem de bizim Boğaziçi’nin eski eczanelerine benzeyen ahşap mobilya ve dolaplarla kaplı dev bir içki dükkanında incelemek keyifliydi.

Üçüncü keşfimiz ise, Pothia’da ‘yapılacaklar liste’mizdeki Pandelis Tavernası oldu.

Pandelis, Pothia’daki en eski tavernalardan biri, daha çok yerel halkın tercih ettiği, merkezde rıhtım sokağının iç tarafında yer alıyor.

“Nerde bu, nerde bu?” diye etrafa bakınırken bir bakkala daldım. “Pandelis?” dedim. Duraksamadan “Dört dükkan yanımızda, sokağın içinde, hemen gidin, sonra yer bulamazsınız” yanıtını aldım.

Adama biraz şüpheli bir ifadeyle bakmış olmalıyım ki, 1.5 metre çapındaki göbeğini gösterip “Aradığınız yer orası, belli olmuyor mu?” dedi.


Mavi-beyaz son akşam yemeği

Pandelis’e rezervasyon yapmak üzere daha güneşin batmamış olduğu saatlerde gittiğimizde tüm Pandelis Ailesi’ni mutfağın hemen kıyısındaki bir masada oturmuş demlenirken buldum. Boş masalara rağmen ortam harikaydı. Duvarlarda eski Ayvalık ya da Bodrum’u andıran Kalimnos fotoğrafları… 3 kuşak bir restorancı aile, gülüyorlar, eğleniyorlar. 14  masası olan son derece şirin bir aile işletmesi.

Oturur oturmaz menüye daldık ve başlangıç olarak Yunan Adaları’nda o güne kadar rastlamadığımız tarama ve yoğurtlu köz patlıcan salatasından istedik. Bunlar buzdolabından hafif donuk bir şekilde geldi. Biraz bozulduk. Zaten tarama da pek parlak değildi.

Asıl felaket sonrasında başladı. Ortalık fazla kalabalık olmadan verdiğimiz tüm ara sıcak ve balık siparişleri, art arda masaya yağmur gibi yağdı. Tabaklar üst üste çıktı. Garsona dediğim ‘siga siga - yavaş yavaş’ lafları da işe yaramadı... Yunan tavernasında ne sipariş verirseniz hepsi üstü üste masaya yığılıyor. Bu bir sofra kültürü.

Saat ilerledikçe çevremizdeki masalar Kalimnoslu ailelerle kaplandı. Çocuklar bağırıyor. Masalar tabaklarla, bardaklar uzolarla dolup taşıyor. Kahkahalar, müzik birbirine karışıyor…

Biz de onlara uyduk.

Ve bir dip not daha: En geleneksel taverna Kalimnoslu Pandelis’de, en çok yemeği yiyip, en az hesabı ödedik. 5 kişi 55 Euro!

Mavi-beyaz masalarla kaplı Yunan adalarındaki lezzet ve sohbet mekanlarındaki günlerimizi böylece noktalayıp bir taksiye atladık ve Emporeios Koyu’nda bizi bekleyen teknemiz Samba’ya döndük.

Samba lakaplı Jeanneau 45’imiz, Kalimnos’un kuzey ucunda, bir tonoza bağlı halde kükreyen rüzgarın ortasında çılgınca raks ediyordu.

Damarlarımızdaki onca alkolün verdiği enerjiyle tekneye tırmanıp hızla uykuya çekildik.

Sabah hızla geldi. Rüzgar küçük koyumuzun içinde anaforlar yapıyordu ve gökyüzü alçak siyah bulutlarla kaplanmış vaziyetteydi.

Sabah 06.00’da, deli rüzgarın tonoz bağlantımızı kopardığı sahnede, görmekte olduğum kabusu yarıda bıraktım ve kalktım.

Bir kahve yapıp kıç havuzluğa çıktım.

Yalnız değildim. Çevremizdeki teknelerin tümünde benzer endişelerle kalkmış gezginler vardı.


Sert rüzgarlar, gri bulutlar…

Saat 08.00’e doğru rüzgar iyice artmış, Samba beşikteki bir bebek gibi koyda dans ediyordu.

Dingiye atlayıp karaya çıktım. Çılgınca esen rüzgarda dinginin 2.5 HP’lik motoru denize güçlükle hükmedebiliyordu.

Empreios’da ekmek fırını yoktu. Markete, ekmek saat 10.00-11.00 gibi Pothia’dan geliyordu. Erken saatte tavernalarının temizliği için gelen çalışanlardan birer, ikişer somun ekmek aldım. Benden para da almadılar.

Sadece “Bu havada denize mi çıkıyorsunuz? Yolunuz açık olsun” dediler…

Hızla kahvaltımızı yaptık. Koydan ilk ayrılan tekne olduk.

Koy içinde sabahın 09.00’unda 35 knots’u bulan rüzgar, açığa çıktığımızda 20 seviyelerine indi. Ama Telendos Adası’nın korumasından çıkıp Kalimnos’un güneybatı burnunu döndüğümüz noktalarda, hava 6 bofora ulaşmış, dalga boyu da 3-4 metreye kadar büyümüştü.

Rüzgarın arkadan geleceğine ve Jeanneau 45’imizin ağırlığına, vakur yapısına güvenerek ana yelkeni sonuna kadar, cenovayı da yarım açmıştım. O 4 metrelik dalgaların üzerinden orta şiddetteki rüzgarın da yardımıyla kuğu gibi aştığımızı görünce, Kalimnos’un güney batı burnunu dönerken cenovayı biraz daha büyüttük.

Pothia açığından Pserimos’a kadar, dalgayı da az hissederek, sağanaklarda 11-12 mil sürati görerek deliler gibi gittik. Sancak küpeşte ara sıra suya yapışıyordu, bir hayli boşladığım ana yelken ıskotası nedeniyle yelken sancak gurcatasına yapışmak üzereydi.

O vaziyette Pserimos’un da korumasından çıkıp Kos-Bodrum boğazının yüksek dalgalı sularına girdik.

Rüzgar öyle bir vuruyordu ki, ana yelken ya da cenovayı küçültelim diye furling mekanizmalarına bir zarar vermekten korkuyordum.


Hayatımın en iyi yelkeni..

Pserimos’un doğu burnundan çıkınca rüzgar ve Bodrum rotası bizi apaza sürükledi… Dar apazda 30 ve üzeri şiddette esen rüzgar, 3 metre ve üstünde dalga boyu apayrı bir konu…

Teknenin sancak bordası üzerinde 3 metreyi aşan dalgaların yarattığı, uçurumların üstünde seyrediyorduk.

Bir müddet sonra ana yelken ıskotasını ayarlama çabasından vazgeçtim. Tekne batmıyor, gidiyordu. Yeter ki, dümeni düz bir çizgi üstünde tutalım. Ya da bir serseri dalgaya burnumuz gömülmesin.

O vaziyette  Turgutreis kıyısına kadar adrenalin zirvesi diyebileceğimiz bir yol yaptık. Tatilimizin tüm sıkıntılarını unutturan bir saatlik bir yol… Ortalama süratimiz herhalde 10 mil civarındaydı.

Turgutreis’i bordaladıktan sonra geniş apaza döndük. Dalgalar küçüldü. Sürat iyice arttı. Küpeşte daha çok denize dalmaya başladı.

Hani “Mukayese edebilir misin?” deseniz…

Bir kez St. Tropez’de Isabelle Autissier’nin kaptanlığında, 24 metrelik Omega yelkenlisiyle Akdeniz Açıkdeniz Yelken Yarışı’na konuk olmuştum. İşte o gün bununla karşılaştırılabilecek bir heyecan yaşadım diyebilirim. O da, düz seyirde değil de şamandıra dönüşlerinde...


Kendini güvende hissetmek..

İnsanın böyle durumlarda kendini güvende hissetmesi apayrı bir şey.

Anladım ki, bunun için altınızda en aşağı 45 feetlik 12 tonluk bir tekne olmalı. Bu da, iyi bir para tabii ki…

Sırasıyla Akyarlar’ı, Karaincir’i, Bitez’i döndük… Bodrum Limanı’na doğru orsaya girdik. Süratimiz biraz düştü.

Bizim cefakar Jeanneau’nun baş omuzluğu iyice suya yapıştı, denizde bir Allahın kulu yoktu. Bodrum Limanı’nın önüne geldiğimizde güç bela yelkenleri topladık. Hava 35 civarındaydı. Cenova öyle bir sarmalandı ki, kuyruğu 2 metre açıkta kaldı.

Motor bastık. Ancak yelkenleri topladıktan sonra sancak gurcatada hala sallanan Yunan bayrağını indirip, yerine Türk bayrağını çekecek imkan buldum.

Liman içinde karşılaşabileceğimiz kargaşayı düşünüp usturmaçaların tümünü yerleştirdik ve telsizden yardım çağrısı yaptım.

Marinanın 100 metre açığında bile rüzgar bazen 30’a vuruyordu. 4 kişinin de yardımıyla kazasız belasız pontona yanaştık.


Ve son saatler…

Bizden sonra yelkenini bile toplayamadan limana girenleri… Milta Marina’nın işini ciddiye alan kara ekibinin yardımlarıyla yanaştıktan sonra, pontona bağdaş kurarak oturup denizin sarsıntısını meditasyonla atmaya çalışan fırtına kaçkınlarını izleyerek Samba’daki son akşamüstünü geçirdik.

2 metre açık kalan cenovamız, Samba’yı pontona mıhlandıktan sonra da uzun süre azgın bir kısrak gibi baş attırdı.

Ta ki, akşam karanlığı çöküp rüzgar biraz duraklayan kadar…

Bu yıl MTM Yachting’in Bodrum Marina sorumluluğunu üslenen Oktay Bey ile o akşam saatlerine biraz sohbet ettik. Rodos açıklarında çok şiddetli fırtına olduğunu, özellikle kuzeye tırmanan teknelerin çok hırpalandığını öğrendik.

Bozuk ırgatın motorunu söküp götüren elektrikçi ustasından “Ayıp be Rambo gibi adamlarsınız. Bir çapa atıp toplayamadınız mı? Leros’ta tamirci mi aranır” gibi sitayişler işittik.

Fırtına Bodrum Marina’nın üstünde gürlerken, biz de güldük, eğlendik.

Buzdolabımızda kalan son erzakla (Kalimnos’tan aldığımız şahane salam ve proşutto dahil) kendimize mükellef bir yaz akşamı sofrası kurduk.

2010’un en heyecanlı tatilini noktaladık.

Son Yazılar

Hepsini Gör

コメント


bottom of page