2011 gezi sezonunu 15-17 Nisan’da Gökova’da; Akbük ve Okluk’ta açtık. Buralara sezon dışı gelmek gerektiğini bir kez daha anladım... Issız denizde, bir başına yolculuk… Bahar yağmurlarıyla iyice coşmuş yeni sürgünler, yemyeşil ağaçlar… Restoranlarda gönlünüze göre balık. İnsanı bunaltmayan taze bir hava, üşütmeyen bir güneş... Mayıs ayı Gökova daha da güzel olacak!
Okluk Koyu Denizkızı iskelesi...
Perşembe sabahı gazeteyi açtım. Bolu’ya aniden bastıran kar yağışı nedeniyle zincirleme kazalar ve otoyolda trafiğin felç olduğu haberlerini okudum. Uyku mahmurluğuyla bir kez daha Poseidon’u açtım. Ege’de hava durumunu inceledim. Kuzey Ege’de fırtınamsı rüzgar gösteriyordu, ama Gökova sakindi. Bavulu topladık, işe gittik, sonra da uçağa binip ver elini Bodrum…
Sabah erken saatlerde “2011’e Merhaba” gezisi için denize açılma hazırlıklarına başladık. 3 günlük yolculuğa alışverişimiz bir hayli mütevazı kaldı. Sabah kahvaltısında yaptığımız liste süpermarketin şaryosunun yarısını bile doldurmadı. Daimi acentamız MTM Yachting bize bahar bakımı yeni tamamlanmış bir Bavaria 42 ayarladı. Pırıl pırıl yelkenler, yeni yapılmış zehirlisiyle yağ gibi suyun üstünde kayan bir kayık…
Gerçi 2 kişiydik, “Sert hava ile karşılaşırsak abrayabilecek miyiz?” diye endişelenmedim desem yalan olacak. Ama baktım ki, Bodrum Marina’dan bütün tekneler 2 kişilik mürettebat ile ayrılmakta. Önce BAYK Trofesi için antrenmana çıkıyorlar sandım, sonra öğrendik ki cuma günü duo yarışlar varmış.
Hava tahmini neredeyse ‘0’ rüzgar gösteriyor, yarışlar iptal olmuyor. Bu işte bir terslik var, dedim kendi kendime. Yolumuz uzak, ilk gün Bodrum’dan Akbük’e 44 mil yol yapma niyetindeyim. Marinadan çıkarken rüzgar da canlanmaya başladı. Bir yandan ana yelkeni açıyorum, bir yandan da “İster misin şimdi şöyle kuvvetli bir poyraz çıksın ya da daha iyisi 2 gündür Marmaris Körfezi’ni dağıtan güneyli rüzgarlar Gökova’ya doğu tarafından girsin. İlk gün kafadan dalgayı yiyip telef olalım yollarda?” diye düşünüyorum.
Karaada yolunda amansız kapışma
Kale’nin önüne geldim, baktım rüzgar kuzeye döndü, 11-12 knots. Açtım cenovayı da. Püfür püfür Karaada Boğazı’na doğru giderken, uzaktaki yarışçıları birbirimize gösteriyoruz neşeyle. Derken, olan oldu. Yarışa start verdiler ve dolu dizgin üstümüze gelmeye başladılar...
Ben “Hay Allah, bunlardan önce boğaza girelim, yoksa bizi serseme çevirirler” diye motora bastım. Motor, yelken 8-9 mil hızla gidiyoruz, ama nafile! Hızlı çıkış yapan 8-10 tanesi bizden önce boğaza girip orsa tramolalarla ilerlemeye başladılar. Peşlerinden de biz...
Yol kessem, geridekiler yetişecek 20-30 yarışçının arasında hurda olacağız.
“Geçeriz biz bunları” deyip iyice motora yüklendim. Yarışçılar da peşimizde çaprazdan dolu dizgin orsa ile bize yaklaşıyorlar. Baktım bütün kış yatmış motora aniden yüklenince yağ yakmaya başladı. Mecburen biraz yol kestim. Başladık ön gruptaki yarışçıların ortasından ilerlemeye.
Bu ön gruptakiler de en ihtiraslıları oluyor. Hem gerimizden, yani yetişme bölgemizden geliyorlar, hem bizi yol vermeye zorluyorlar. Anladığım kadarıyla “yarışçıların ortasına girmişiz” diye bize kızgınlar. Halbuki böyle bir kural mı var? Onlar yarış yapıp kupa kaldıracaklar diye ben 2 saat yolumdan mı olacağım? Benim bildiğim, yarış yapan bir tekne açık denizde seyir halindeki bir tekne ile karşılaştığında klasik denizde çatışmayı önleme tüzüğü kuralları geçerlidir.
Gene de nezaketsizlik yapmayıp, kendi rotamızı ve seyir konforumuzu bozma pahasına yollarından kaçarak hepsini teker teker geçtik. Manevra yapıp yol verdiklerime, hani denizcilikte usuldendir diye, bir selam da yolladım. Bir tanesi bile selamımı almadı.
Ayıp ettiler yani))
En öndeki tekne, son yılların daimi şampiyonu ‘X Machine’i de geçip, kendimizi sağlama aldıktan sonra ferahlayıp cenovayı topladık. Uzun süre de kendi aramızda yarışçı-kayıkçı mavrası yaptık. Özellikle, ihtirasla bizim kayığın kıç omuzluğuna çarpacak kadar yaklaşan sert suratlı, yapılı yarışçının öfkeli halini 1-2 yıl anlatırım artık...
Tabii onların da, birkaç gece eşlerine dostlarına “Ortamıza bir şaşkın düştü, şebeğe çevirdik onu” diye bizimle eğlenecekleri kesin...
Gökova’da huzuru bulduk
Hem de ne huzur! Orak Adası’nı döndüğümüz anda rüzgar 1-2 knots’a düştü. Ben ömrümde böyle çarşaf gibi açık deniz görmedim. MTM’nin Bodrum sorumlusu Oktay Bey bizim Bavaria’ya yeni ve büyük bir pervane takmış. Zaten kayığın motoru da cüssesine göre kuvvetli. Bizim kayık kıpırtısız denizde, 2000 devirde 7.5 mil’in üstünde gidiyor. Tekneyi otopilota alıp, başa gittim. Ayaklarımı da denize sarkıttım. Motorun belli belirsiz mırıltısı ve hafif bir vibrasyonla Gökova’nın ortasında süzülmeye başladık. Hava berrak ve pırıl pırıl güneş…
Meclis’te radikal devrim, kim nereden kaçıncı sırada aday oldu, fısıltılara göre partilerin seçim programları ve benzeri tüm saçmalıkları unutturan bir atmosferdeydik.
Yaz tatillerinde manasız bir gerginlik ve tatil havasına hızla girememe gibi bir problem vardır. İş hayatının tatsızlıkları, şehir hayatının zevksizlikleri, çözümsüz sorunlar bir müddet teknede sizinle birlikte yolculuk eder.
Bu ilkbahar kaçamaklarının ise, mucizevi bir sağaltıcı etkisi var. Belki ağaçlardan fışkıran canlı yeşil yapraklar, belki çiçeklerin denizin ortasına kadar sürüklenen tohumlarının saçtığı kokular... Denizin temizliği ve serinliği... Anında kendimizden geçtik.
Yolculuk yaklaşık 5 saat sürdü. Ören’deki Gökova Termik Santrali’nin kabus gibi yükselen bacası dışında keyfimizi kaçıran hiçbir şey yoktu.
Bir ara o kıpırtısız denizde uzaklarda bir dalgalanma oldu. Bir iki dakika sonra teknemizin burnunda beş bireylik neşeli bir yunus ailesi vardı. Bir müddet onlarla birlikte yolculuk ettik. Küçükler fazla cesaret gösterisi yapmadan bize eşlik ettiler, büyüklerse bazen 1-2 metre suyun üstüne zıplayarak, bazen beyaz karınlarını bize göstererek, çığlık çığlığa epey bir oyunculuklarını sergilediler.
Baharın sıcaklığını ve canlılığını tüm hücrelerimizde hissettiğimiz ilk gün yolculuğumuz çok hoştu.
Akbük yaza hazırlanıyor
Gökova’da bir kaç kez dolaştım. Bir gün de hatta Akbük’ün kuzey kıyılarında bir öğle yemeği yiyip cam gibi berrak sularda deniz banyosu yapmıştık. O gün demirlediğimiz yerden, koyun batı yönündeki ucunda birkaç yıkık dökük ev görmüştük sadece. Gecelemeyi de 15 mil kadar uzaklıkta, Yedi Adalar’da yapmayı planladığımızdan koyun iç kısımlarına hiç bakmadan denize açılmıştık.
Hep aynı şey!
Mavi yolculukta bir küçük koyda demirlemeye karar verip kıyıya 20-30 metre yaklaşmadan hiç bir ayrıntıyı göremiyorsunuz. Dürbünle baksanız bile...
Akbük’ün dibindeki Altaş Restoran’ın T şeklindeki iskelesine bağlanana kadar; hatta kıyıya çıkıp koyun güneyindeki ikinci konaklama yerinin iç kısımlarına yürüyene kadar, sahilin hoşluklarının farkına varamadık.
Akbük’ün kuzeydoğu kıyısında rüzgarlarıyla meşhur Kıran Dağı dev bir kütle olarak, 1000 metre kadar yükseliyor. Batı kıyısı ise, koyu yaz aylarında Ege’nin güçlü meltemlerinden tamamen koruyan üstü 20-30 metrelik asırlık Halep çamlarıyla kaplı bir yüksek tepe ile çevrili. Akbük’te 10 yıl kadar önce çıkan bir yangında bu güzelim Halep çamlarının ciddi bir bölümü yanmış. Ama şimdi tepeler yemyeşil. Yeni çam fideleri toprağa tutunmuş, hızla boy atıyorlar.
Koyun merkezinde kuzeybatıya doğru yükselen tepe ise zeytinlikler ve aralarına serpiştirilmiş Akdeniz servileri ile kaplı. Bir uçta mimozaya benzeyen sarı top çiçeklerle kaplı Kıbrıs Akasyaları… Hemen arkasında bir dizi erguvan, deniz kıyısında dev porsuklar ve dev palmiyeler… Kenarda köşede de Okluk’ta alasını göreceğimiz yemyeşil taze sürgünleri ile günlük ağaçları... Akbük baharın coşkusunu gümbürtüyle yaşayan bir yeşil çağlayan gibiydi.
Altaş’ın kapısında ‘açığız’ yazıyor
Akbük’ün tam ortasında Altaş Restoran ve Pansiyon var. Yaz kış açık, Gökova’daki tek garantili liman. Kurucusu olan baba Altaş geçen yıl rahmetli olmuş. Şimdi oğlu Önder ve annesi işletmenin başında. Zaten 2011’in ilk durağı olarak Akbük’ü seçmemizin nedeni de bu pansiyon. Hava tahminlerinde o gece 8 derece veriyor. Yani denizin üstünde bir hayli soğuk var. Ayaz eserse Altaş’ın odalarından birine sığınırız, diye düşünmüştük. Ama rüzgar varla yok arası güneyden esiyor. Hava keyifli, bahçede bir masa kurduk.
Akbük’te çoğu mavi yolculuk kıyılarında olduğu gibi balıkçılar kendi aralarında bir kooperatif kuramamışlar. Avlanıyorlar ama hevessizce. Neyse birinde taze 1 kilo barbun vardı. Altaş’ın aşçısı İsmet gitti, aldı, bize güzelce tava yaptı. Bir şişe de beyaz şarap açtık. Dolunaya iki gece vardı, ama ay denizin üstünde yeterince ışıldıyordu.
Alkolün de verdiği ısıyla teknede yatmaya karar verdik. Bir de ocakta çaydanlığa su koyup kaynattım. Onun ısısı minik kamaramızı ısıtmaya yetti. Denizin tatlı şıpırtıları arasında deliksiz bir uyku çektik.
Akbük... Böyle mi güzel bir koy-deniz olur?..
Koca Gökova’da tek başına yelken keyfi
Ertesi sabah kahvaltıda biraz Önder Bey ile sohbet ettim. Akbük’ün her tarafı yıkık dökük evler ve karavanlarla kaplı. İmar izni olmadığını, herkesin geçici çözüm olarak karavanlarda yaşadığını, karavanlarla Akbük’e yerleştiğini anlattı. Tamamı SİT alanı olan Gökova’da çirkin bir görüntü ve ilkel bir çözüm.
Bu çaresiz konuları fazla konuşmadan kayığımıza atladık ve batıdan esen hafif rüzgarla usul usul Karacasöğüt’e doğru rota tuttuk. Koca Gökova’da bizden başka hiçbir tekne yoktu. Büyüleyici bir his daha...
Karacasöğüt’te küçük bir liman turu atıp çıktık. Soldan saydım, Setur ve köy iskelesinde 40 tane bağlı tekne saydım. Artık bu koy tam bir marinette oldu.
Koyun batı yakasındaki Gökova Yelken Kulübü’nün de önünden geçtik. Telefonla arayıp sorduğum için Karamanoğlu ailesinin İstanbul’da olduğunu; tesiste son hızla tadilat ve bakım çalışmalarının sürdüğünü öğrenmiştim. 1 Mayıs’ta açacaklarmış. Tanışmak ve kulübü gezmek bir başka bahara deyip koydan çıktık, Değirmen Bükü’ne doğru rota tuttuk. 3-4 millik mesafe hızla tükendi. Gökova’nın, pek çok gezgin gibi, bizim de en sevdiğimiz köşesi olan Okluk Koyu’na girdik.
Denizkızı Mustafa Efe Kaptan
Gökova’nın en güzel konaklama yerlerinden biri olan bu iskeleyi ve restoranı kimi Denizkızı, kimi Efeler Restoran, kimi de Mustafa Kaptan diye bilir. Bu isim karmaşasına rağmen dört mevsim huzur ve dostluk bulabileceğiniz mütesna bir mekan ve güleryüzlü bir insanın sizi orada beklediğini bilmek güzel bir şey.
Bu kez de öyle oldu. Mustafa Bey’i bir gün önce aramıştım. Bana biraz çevreyi gezdirip, yenilikleri anlattıktan sonra, “Gel, senin için aldığım balığı göstereyim” dedi. Kolumdan tutup soğuk hava deposuna soktu, sabah satın aldığı bir kilonun üstündeki mercanı birlikte teftiş ettik.
“Çok güzelmiş” dedim... O da beğendiğime sevindi. Ben tekneye döndüm. O da çardağın altındaki yaz kış oturup mavi suları seyrettiği iskemlesine...
İskelede bizim dışımızda bir büyücek motoryat (ki yanaşırken o motoryatın canayakın ve neşeli ailesi hep birlikte bize yardımcı olmuşlardı), dört tane de kışı geçiren kapalı yelkenli vardı. Derken tam yanımızdaki yarı kapalı kardeş Bavaria 42 teknenin kabin kapısı gürültüyle açıldı, güleç yüzlü beyaz bir kafa çıktı ortaya.
Birden hatırladım ki, komşumuz biz yanaşırken ilk yardıma gelen kişiydi. Selamlaştık. Bir bardak beyaz şaraba davet ettik. İsmi Ufuk Bey. Birkaç yıldır Okluk’ta yaşıyormuş. 8-10 yıllık profesyonel yaşamın ardından bir tekne satın almış ve denizlere yerleşmiş.
Kışın Mustafa Bey’e çeşitli işlerde yardım ediyor ve Okluk’ta yaşıyormuş, yazın "turistler" akın akın gelmeye başlayınca da iskelede yer açmak için sakin koylara taşınıyormuş. Bence biraz da gürültü ve kargaşadan kaçıyor. Kibar adamdı, sanırım bizi kırmamak için böyle bir şey söylemedi.
(İnsan 3-4 yıl bu sakin koylarda yaşayınca doğal olarak bizim gibileri "turist", kendisini de "yerli" olarak görüyor. "Günlükçüler gelmeye başlayınca, sakin koylara taşınıyorum" demediğine şükretmeli. Ayrıca gördüğünüz gibi her konum izafi...)
Neyse, Ufuk Bey çok mutlu ve denizde alternatif yaşam için cesaret verici bir arkadaştı. Hikayesini biraz dinledik. Onunla tanıştığımıza mutlu olduk.
Sonra o bakım için söktüğü charplotter’ı takmaya teknesine geçti. Biz de “Artık bu yolculukta daha sıcak ve daha korunaklı bir yer bulma olasılığımız yok” deyip, mayolarımızı giydik ve denize girdik.
Motoryattaki koy arkadaşlarımızın iddiasına göre deniz suyu sıcaklığı 18 derece imiş. Bana – 8 gibi geldi. Ama 3-5 dakika alıştıktan sonra sadece tuzlu suyla temas bile çok büyük bir keyif.
Okluk’da değişen bir şey var mı? Yok! Her zamanki gibi muhteşem.
Bir tek yaprakları yeni fışkırmış günlük ağaçlarını saatlerce seyrettiğimi söylemek zorundayım. Özellikle de Okluk’un ikinci konaklama iskelesi olan Yücel Restoran’ın bahçesinin ortasındaki devasa günlüke hayran kaldım. Anadolu sığlası da denen çınara benzeyen bu ağaçların ilkbahar yeşili gerçekten muhteşem. Ayrıca, bir kez de sonbaharda kırmızı-mor tonlarını seyretmeye geleceğime kendi kendime söz verdim.
Allah sevdiği kullarını gözetirmiş...
Sakin bir gecenin ardından sabah yağmurla kalktık. Denizci arkadaşlar nisanda hava tahminlerinin hiç tutmadığını söylemişlerdi. “Biz Türküz, bize bir şey olmaz” diye geceleyin biminiyi de kapatmadığım için, bizim kokpit sırılsıklamdı ve oturacak yerimiz de yoktu. Hızla bir kahvaltı yapıp ahaliyle vedalaştık, tonozdan ayrıldık, yola koyulduk.
Okluk’un köşesindeki sevimli ‘Denizkızı’nı bordaladığımızda kuzeydoğudan ilk rüzgar serpintileri gelmeye başladı. Hemen anayelkeni açtım. Bükten çıkarken 18-22 knots poyrazla yüzyüze geldik.
Şahane!
Kayığın burnunu Bodrum’a hizalayıp cenovayı da sonuna kadar açtım. Bavaria 42’nin pupa performansı pek parlak değildir. Ama geniş apazda 7-8 mil süratle muhteşem rahat gidiyordu. Körfez rüzgar yeni başladığı için fazla dalga da yapmadı. Çok keyifli bir seyirle Ören’i de geçtikten sonra rüzgar biraz hafiledi. Güneye de kaçsak bulamadık, kuzey kıyılara yanaşsak da...
Neyse ki, Karaada’nın ortalarında yeniden 15-16 knots’a yükseldi. Önce biraz ayı bacağı ile Gümbet’e doğru rota tuttuk, ardından da tam apaz bir seyirle Bodrum Marina’nın tam giriş kapısında yelkenleri indirdik. 5 saatte Akbük’e gitmiştik, 5.5 saatte körfezde rüzgarın önünde gezine gezine Bodrum’a, pontonumuza döndük.
3 gün ve 57 saatlik “2011’e 1!” böylece bitti.
Gökova'da sonsuzluk ile sınav saatleri....
Denizde savaş ve diplomasi...
Yolculuğumuzun son dakikalarında, aklıma yine Karaada Boğazı’nda yarışçıların ortasına düştüğümüz komik anlar geldi. Bir yandan da Okluk’ta karşılaştığımız Ufuk Bey’in sükunet ve huzurunu hatırladım. Pahalı oyuncaklar satın alıp yarışmanın ihtirasına biraz fazla kapılanlar iş yaşamındaki streslerini denizin ortasına mı getiriyorlar acaba?
Von Clausewitz, savaş diplomasinin farklı araçlarla devamıdır, demiş. Ancak çocukluğunu savaş meydanlarında geçirmiş, kanına barut kokusu işlemiş bir düşünür böyle bir izahat yapabilir. Diplomasi ve savaş hiç aynı paranteze alınabilir mi?
Kıssadan hisse: Bundan sonra, gezginlere diplomat, yarışçılara da savaşçı diyeceğim!
Commenti