Bolca tuz-deniz-güneş, biraz uzo, biraz şarap, kafi miktarda tarih, kesintisiz huzurla, az miktarda rüzgar ve dalgayı bir mikser kovasına atın iyice karıştırıp, tek solukta için. İşte Likya kıyılarının mucizevi mutluluk formülü. Biz de Temmuz’un ilk günlerinde Bodrum’un efsane yelkenlisi Akın A. ile kendimizi keyifli ve zorlu bir yola vurduk; bu eşsiz ve keyifli deneyimi bir haftalık bir mavi yolculuk ile yaşadık.
Bir haftalık Fethiye-Kekova-Fethiye parkuru zorlu denizleri yüzünden özellikle de küçük tekneler için az tercih edilen bir rotadır. Fethiye çıkışında İblis Burnu’ndan Kaş’a kadar uzanan 40 millik yol her zaman yüksek ve çapraşık dalgalarıyla ünlüdür. Kötü havada Kaş’tan Kekova’ya geçerken dönülen Ulu Burun da sık sık sürprizler çıkarabilir. Bu rotanın keyifli alanı Kekova, bonusu ise Meis!
Biz Kalkan, Kaş gibi klasik ara durakları pas geçip vakit kaybetmeden Meis’e girmek üzere bir plan yaptık. Yurtdışı çıkış işlemlerimizi Fethiye’den yapıp, deniz izin verirse uzun bir yol yapıp doğrudan Meis’e girelim, eğer yorulursak arada bir mola verip en azından ikinci gün asıl hedef gezi bölgemiz olan Kaş ötesine geçiyor olalım dedik.
Ama Haziran’ın son haftasına damga vuran rekor sıcaklar Fethiye’yi de kavurduğundan sık deniz molalarıyla B Planı’na geçtik.
İlk durak...
Rotayı biz çizdik ama durak noktalarını Akın A.’nın güleryüzlü ve deniz dostu Durmuş Kaptanı seçecek. 40 yıldır bu sularda dolaşıyor. Elbet kıyıları, soluganları, güneşte kavrulmayacağımız esintili koyları bizden çok daha iyi biliyor. Zaten geçen yılki gezimizin ilk gününden bu yana, seçtiği demirleme yerlerine her seferinde şapka çıkarıyor, kendi kendime “senin daha bir fırın ekmek yemen lazım” diyorum. Durmuş Kaptan yine bizi şaşırtacak bir yer öneriyor ve Turunçpınarı’nın batı ucunda 150 metrelik dik yarların dibinde denize “merhaba” diyoruz. Lacivert ötesi bir su. Çünkü kıyıdan 10 metre açıkta 50, 30 metre açıkta dipsiz bir derinlik vardı. Demir bile atmadan verdiğimiz bu serinleme molasından sonra ver elini Gemiler Adası.
Antik kentin giriş kapısından 50 metre öteye kıçtan kara yanaştık. “Hem tarihi kalıntıların altında güneşi batırmak keyifli olur, hem sığ ve berrak sularda denizin tadı bir başkadır” diyerek..
Ama ada etrafına demirli tüm teknelerin (28 gulet vardı) yolcularının akşamüstü antık kenti gezmek üzere karaya çıkacağını hesaba katmamışız.. Bizim teknenin etrafında Bağdat Caddesi’ne bordalamışız gibi bir dingi trafiği oldu. Süper sosyalleşme imkanı bulduk.
İkinci bir sürpriz: Ben Gemiler Adası’nı Göcek’in sakin koyları gibi pürüzsüz bir demirleme noktası sanırdım. Meğer tıpkı Karacaören gibi, adanın kuzeyindeki sakin sulara da solugan girermiş. Sabaha kadar çalkalandık.
Uzun yol 1...
Meis’e kadar uzun ve sallantılı bir yolumuz var. Durmuş Kaptan “Sabah 5 gibi çıkalım, Kalkan Yeşilköy limanı’nda kahvaltı eder, Meis’e öğlen gibi geçeriz” dedi. Çatal Adalar 26 mil. Fakat gece açık denizde biraz rüzgar vardı. Yedi Burunlar’da epey bir deniz kaldırmış. Özellikle Kötü Burun’u geçene kadar bir hayli güneye yükselmek zorunda kaldık. Çapraz gelen dalgalarla deniz engebeli arazi gibi olmuş, tekne dalgaya uyum sağlasın diye epey bir yol kestik, sonuçta da Yeşilköy Limanı’na (Pırnaz) varmamız 4 saat sürdü. Neyse ki, Pırnaz her zamanki gibi sakin ve pürüzsüz.
Sakin ve berrak sularda serinledik, kahvaltımızı bitirdik, demir aldık. Kalakan-Meis 1.5 saat. Dalgalar da Patara kumsalıyla birlikte bitmişti, kolayca vardık.
Hep aynı hikaye...
İlk anda “ilk görüşte aşk işte buna denir” dedim kendi kendime. Etkileyici bir coğrafya, minik ve acayip sevimli bir köy, rengarenk boyalı temiz evler, güleryüzlü insanlar... Meis’in limanı Megisti bölgedeki en büyük ve korunaklı liman. O yüzden de bu adacık Likyalılar’dan itibaren, Bizans, Osmanlı, İtalyan, Fransız bölgede görünen tüm emperyal güçlerin işgaline uğramış.
Mediterrano filmi ile ünlendi son yıllarda. Hani, İkinci Dünya Savaşı’nın bittiğini aylar sonra tesadüfen öğrenenen İtalyan işgalcilerin öyküsünün anlatıldığı film.
Yarısı metruk 2-3 yüz ev var. Nüfus; kışın 4 yüz, yazın bin. Halbuki bundan 100 yıl kadar önce ev sayısı da nüfus da bugünkünün 10 katıymış. Yunanistan’a o kadar uzak ki, adanın neredeyse tüm ihtiyacı 7 km uzaklıktaki Kaş’tan sağlanıyor. Çalışacak insan yok, çöpler, atık sular askeri birlikler tarafından toplanıyor.
Limanda 8-10 kafe-bar, restoran seçiliyor. Tam ortada Lazarakis en ünlülerinden biri. Zaten biz de 30 metre açığına yanaştık. Tabi hemen bu şöhretli restoranın sahibi Yorgos tarafından da avlandık. “İstanbul’danız” deyince “neresinden” diye sordu. “Levent” deyince “Haaaa, çok iyi bilirim Kanyon, Zorlu, Cipriano” filan diye devam etti. Durum hemen anlaşıldı.
Lazarakis, Simi’deki Manos’un Meis versiyonu. Liman’daki diğer tavernaların fiyat listesiyle karşılaştırma yapınca da bu durum hemen belirginleşiyor. Örneğin limanın doğusundaki To Parageda’da ahtapot 8 Euro, Lazarakis’de 12 Euro... Yani aynı tahta iskemleye oturup lüks ahtapot yiyecekseniz ideal!
Biz limanın güney yakasındaki Alexandra’s Restaurant’ı beğendik. Trip Advisor’da gurme anlatımlı bir konuk “burada balık çorbası içmeden ölünmez” diye bir not düşmüştü ve balık tezgahında denizden yeni çıktığı belli 2 tane 1.5 kiloluk iskorpit yatıyordu. Hemen akşam için rez yaptım ve balıkları ayırttım.
Çorba deyip geçmeyin, muazzam bir olaydı. Balık stok, kereviz çok az patates ve havuç rendesi ile suyu hazırlanmış. İskorpitleri bu suda haşlandıktan sonra tamamen ayıklamışlar, kemikler kılçıklar %100 temizlenmiş, iki tabak fileto içinde geldiler. Sunum Fransızlar’ın Bouillabaisse çorbası tarzında, ama balıklar günlük. Zaten Fransa’da o iskorpiti de bulamazsınız...
Küçük bir detay daha: Çorbayı isterseniz piriçli de yapıyorlar. Önden onu sordular, ben “sade” olsun dedim. Ertesi gün Durmuş Kaptan’a anlattım. Dedi ki, “bizim de Bodrum’un Rum mahallesinde eskiden öyle yapılırdı, şimdi kimse yapmıyor, halbuki pirinç balığın tadını alır, pek güzel olur.”
Meis’de insanlar Yunan adalarında çoğunlukla olduğu gibi gece 9-10’dan sonra akşam yemeğine çıkıyorlar. Tekneye dönmeden önce bir rıhtımda dolaştık her yer tıklım tıklım doluydu. Lazarakis’in hemen yanında Athena diye daha çok yerli nüfusun takıldığını sandığım samimi ve sempatik bir taverna vardı. Bir daha Meis’e gelince orayı da denemeye karar verdim.
Meis’de sabah...
Sabah çöp kamyonlarının sesiyle kalktık.. İyi ki de kalktık ve hemen bir gün önce iki paralel sokaktan oluşan Meis’in iç tarafındaki Bakery’nin yolunu tuttuk. Tilos’tan sonra Ege Adaları’nda gördüğüm ikinci en güzel fırın. Gece 03.00’de çalışmaya başlıyorlar 11.00’de kapanıyor. Geç kalırsanız bir şey bulamazsınız. Mesela bizim pasta-hamur aşkı yüksek ekibimizin çekirge sürüsü gibi alışverişi sonrasında o gün meis ahalisine pek bir şey kalmamış olabilir..
Meis’de yine arka sokaklarda iki tane market var. birinde güzel peynir, salam sosis çeşitleri de var. Duty Free’den içki alalım dedik, bu marketteki şarap çeşitleri de çok çok daha iyi idi. Fiyatlar da makul.
Tekneyi bağladığımız rıhtımda deniz tertemiz. Kahvaltıdan sonra adet olduğu üzre denize atladık. Talih bu ya, rıhtımdan polisin birinin geçeceği tuttu. Hemen bizi uyardı “Yassah kadreşim” diye. Etrafta bir tekne bile yok ama kural kuraldır. Limanda teknelerin bağlandığı yerde denize girilmiyormuş. Oysa 1 metre boyunda caretta caretta’lar teknemizin dibinde büyüleyici bir şekilde serbestçe dolanıyorlardı.
Mağralarda dalga var...
Meis’in güneydoğu ucunda iki çok ünlü mağara var. Cave colones ve özellikle de Blue Cave. 60 cm yüksekliğindeki girişinden ancak botun içine yatarak girilebilen Blue Cave çok etkileyici. İçerisi mavinin binbir tonu ve 6-7 metre yüksekliğinde dev bir kubbe. Biz bölgeye gittiğimizde maalesef sular yükselmişti ve deniz çırpıntılıydı. Duramadan geri döndük, memleketin yolunu tuttuk.
Kaş’ın boğucu sıcağına girmeden, Kovan Adaları’nda bir öğle yemeği ve deniz banyosu verdik. Oradan dosdoğru giriş çıkış işlemlerimizi yapmak için Kaş limanı’na girdik. Biz kısa bir çarşı sokağı gezisi ve Noel Baba dondurmacısı sefası yapana kadar Kaş yat Acentası’ndan Mustafa Bey (0535 846 36 78) bizim polis-gümrük işlemlerini halletti. Su depolarımız dolar dolmaz Kaş’a yarım saat mesafedeki Limanağzı (Bayındır) Koyu’na hareket ettik.
Hayaletler tepemizde...
Limanağzı Koyu oldukça büyük hava durumuna göre batı ya da güney kıyılarında gecelemek mümkün. Kaş’ın cehennem gibi sıcak limanındansa kesinlikle tercih edilmeli. Bu bölgede onca yıl dolaşmışlığımız var, ben ilk kez tekne ile geliyorum. Bundan 25 yıl önce 2-3 salaş balık lokantası vardı. Günlük ziyaretler yapılır, doğa ile başbaşa balık keyfi yaşanırdı. Limana girerken önünde yelkenlilerin de iskelesine bağlanabildiği 2-3 gelişkin restoran, bolca ev, site, otel gördüm. Hava sakindi koyun en ucunda kamping olarak da kullanılan modern tesisin yer aldığı plajın önünde ve Likya kaya mezarlarının yer aldığı 2-3 yüz metrelik duvar gibi kayalığın altında demirledik.
Tepemizdeki kral mezarlarında yaşayan hayaletler gece gelip bizi yer muhabbetleri sürerken güneş tam karşımızdan kızıl yansımalar saçarak denize gömüldü, sakin ve huzurlu bir geceye yattık.
Gece bizim için çok huzurluydu, ama yine de siz burada demirlerken dikkat edin, hava durumuna bakın, zincirinizi de olabildiğince uzun döşemeyi ihmal etmeyin. Bu sakin limanda özellikle aniden patlayan Karayel, tıpkı Gökova Akbük’teki meşhur Kıran Rüzgarı gibi bu koyu dağıtabilir. Dağın tepesinden patlar, zincir tutmaz, tekne durmaz!
Bilmediğim bir küçük koy..
Limanağzı’ndan Kekova 2-2.5 saat. Ulu Burun’a kadar deniz oldukça kabarık, sonra kuytuya kaçtınız mı sakin oluyor. Akar boğazı’nı geçerken Durmuş Kaptan “Kekova’ya girmeden önce bir deniz molası verelim mi?” diye sordu. Beni Kekova heyecanı sarmış, “Boşver Durmuş Kaptan, az yolumuz kaldı iç denize girince, Karakol Adaları’nın batısındaki Akvaryum’da mola veririz” dedim.
Durmuş Kaptan hiç itiraz etmez, sakin adamdır. “Ali Abi, ama bak bu koy çok güzel, hem de bize özel, bir girelim, suya da atlarsınız, hoşunuza giderse kalırız, gitmezse yola devam ederiz” dedi. Ne diyeyim? “Peki” dedim.
Akar Boğazı’ndan doğuya doğru geçtikten 500 metre sonra batıya doğru karanın içine bıçak gibi saplanmış 300 metrelik bir fiyorda soktu bizi. Ortasında motoru kapattı, “Hadi denize girebilirsiniz şimdi” dedi. 10 metreden kum taneleri sayılan o berrak denize atlar atlamaz karar değiştirdik. “Tamam kalalım burda Durmuş Kaptan” dedik. O da her zamanki tevazusu ile “olur, hoşunuza gittiyse kalalım” dedi. Hiç demir atmadı. Koyun dibinde bir palamar arkadan kayalıklara bağlandı, bir palamar da önden. Koyun ortasına Akın A. sabitlendi. Fiyordun tamamı bizim oldu. İsmi haritada Yağca Deresi olarak geçiyor.
Öyle beğendim ki, ömrümde yapmadığım bir haylazlık yaptım. Demirlediğimiz yerin hemen karşısında biri nereden bulduysa mavi yağlıboya ile beyaz kayalara “KINA BAY” diye yazmış. Teknede bir siyah markör kalem buldum, çocuklar gibi kayalığa tırmandım 15 dakika uğraşıp başına bir “a” harfi çizdim. Bir de araya nokta, böylece koyun adını “Akın A. Bay” olarak tescilledik...
Değişmeyen güzellik: Kekova!
Türkiye kıyılarında yılların tahribat gücüne en fazla direnen yerlerden biri Kaleköy. Öğleden sonra önüne geldik. Bir gün önce balıkçı Ahmet’e balık ısmarlamıştık, kısmetimize 5.8 kg’luk bir beyaz lağos çıkmış. Biraz hovardalık yaptık, “bir gün buğulama, ertesi gün balık çorbası yaparız” dedik aldık. Dosdoğru Gökkaya limanı’na geçtik. Günlerden Salı. Fethiye’den ve Antalya’dan gelen guletlerin neredeyse tamamı rotanın son durağı olan Gökkaya’da buluşmuş gibi. Koyda 50’ye yakın gulet, bir o kadar da küçük yelkenli var. Ama liman öyle fazla demirleme kovuğu, adası sunuyor ki, tüm tekneler kendine bir köşe bulmuş. Biz de güzel ve minik bir adanın yamacına demirledik.
İlginç bir nokta, Gökkaya’da demirler demirlemez etrafımızda birkaç caretta gördük. Yalnız da değillermiş, Kekova’nın tüm koylarında bu dev ve sevimli su kaplumbağalarını gördük.
Limanın batı yakasındaki sazlı deredeki salaş barın son yıllarda Kekova’nın Halikarnas Diskosu haline geldiğini duymuştum. Söylentiler doğruymuş, sabaha kadar denizin üstünde cıs-tak cıs-tak musikisi vardı. Neyse biz epeyi uzaktaydık, fazla kahrolmadık. Yalnızca yakınımzdaki bir guletteki gençler sabaha karşı diskodan dönerken epey bir çığlık atıp şapırtı çıkardılar. Teknemizde sabah hafif bir kızgınlık oldu, ama fazla kalıcı olmadı. Ne de olsa denizde komşu seçmek karadakinden de zor.
Sabah muhabbeti disko ve gençlik üzerine gelişince Durmuş Kaptan “Ali Abi, gel sana sakin bir yer göstereyim, rahatsız olduğunda buraya kaçarsın” dedi. Gökkaya Limanı’nın doğu çıkışından sonra kuzeye dönünce 3-4 yüz metre ilerde Çamlı Koy var. İnce uzun, batıya doğru giriyor. Tıpkı Yağca Deresi Koyu gibi çok güzel ve sakin. Durmuş kaptan “Kekova’da çamların altında dinlenebileceğin tek yer burasıdır” dedi. Düşündüm, ben de başka bir yer hatırlayamadım. Koyun ucundaki kayalıkların tepesinde de dipsiz bir mağara varmış. Umarım, bir gün orayı da keşfederiz.
Öğlen Karaloz’a gittik. Her zamanki gibi doluydu. Ve iki de kaplumbağa ailesi vardı. Sonunda dayanamadım, deniz maskesini takıp bir müddet bir deniz kaplumbağası ile yüzdüm.
Üçağız ve Kale...
Öğlen yemeğinden sonra küçük bir alışveriş için Üçağız’a uğradık. Gözlerime inanamadım. Kayıklar, piyadeler bir yana, yüzlerce gulet, yelkenli, motoryat. Köy iskelesi olmuş bir gayrı resmi marina. Zaten bazı bölümlerde ponton ve üsütnde su-elektrik kutuları da var.
Oyalanmadan Üçağız’ın bulanık sularıyla vedalaşıp Kaleköy’e geçtik. Bizimki gibi 50 tonluk tekneyi tartacak tek iskele İsmail’in Likya Restoran ile Salih’in Kale Restoranı arasındaki taş köy iskelesi. Oraya yanaşan günlükçüler akşam saat 5’te hareket eder. Biz de15 dakika sonra geldik ve güzelce köyün tek iskelesine yanaştık.
6-7 yıldır uğramamıştım. Kaleköy’de yenilik çok. Yıkık evlerin pek çoğu yapılmış. Evler badana yüzü görmüş. 15-20 yıl önce yaz tatillerimi geçirdiğim Kaleköy her zaman bana büyüleyici gelirdi, şimdi hem büyüleyici hem de güzel olmuş. Akşamüstü gün batımında evlerin arasında dolaştım. Su içindeki lahitin oraya yürüdüm. Yerinde duruyordu. Felaketlere alışığız ya, sevindim birden. Az ilerde Ağaoğlu Ailesi’nin (İnşaatçı olan değil, DP’li olan) evine baktım. Önünde şezlonglar, şemsiyeler.. Değişim hep ticarileşme yönünde. Bu arada bir zamanlar adanın en bakımlı pansiyonu olan Nesrin Hanım’ın Bademli Evi’nin önünden geçtim. Baktım tahta panjurlar, kapılar kapalı, boyasız, üstüne de kilit vurulmuş. Tabiatın saati durmuyor. Hüzünlendim tabi...
Akşam her zamanki gibi İsmail’in Likya Restoranı’na gittik. O da işleri oğlu Mehmet’e devrediyor yavaş yavaş. “Hepimizin emekliliği yaklaşıyor İsmail” diye sohbete oturduk. Ona su kaplumbağalarını sordum. “Her yeri sardılar, ne yapacağız bilemiyoruz. Her kafadan bir ses çıkıyor, balıkçılar ağa saldırdıklarından şikayetçi. Geçenlerde duydum, biri delirmiş, denizde yüzen 3-4 kişiyi ısırmış. Güç bela yakalayıp, uzak bir yere attık diyorlar” diye anlatmaya başladı.
Benim de aklımdan “o kaplumbağa acaba çorba mı oldu?” diye geçti. İşin şakası bir yana, yakında sahillerimizde caretta caretta sürek avları başladığını duyarsanız şaşırmayın.
Kaleköy’de anılarla dolu huzurlu ve mutlu bir gece geçirip kendimi ruhen dönüş yoluna hazırladım.
Kekova Karaloz Koyu
Dönüş yolunda depresyon...
Mavi yolculuklarda kaçınılmaz olarak karşımıza çıkan “bugün kaçıncı gün, tatil ne çabuk bitiyor” muhabbetlerinden hiç hoşlanmam. Ama ister hoşlan, ister hoşlanma, ille de her gün 1-2 kez yapılır. Dönüş yolu bana hep depresif gelir. Bu kez de braz öyleydi.
Bir sabah Kaleköy’den demir alıp dönüşe geçtik. Kalkan’ın yamacındaki Yeşilköy Limanı’na kadar gayet rahat geldik. Ama Yeşilköy, sükunetin sonuymuş. Gün boyu sağda solda eğlenip akşamüstü Yeşilköy’e yanaşırken Bodrum-Marmaris hattını kasıp kavuran Kızıl Erik Fırtınası’nın Kalkan’daki öncü esintileri dağın tepesinden bizim tepemize iniyordu. Deniz kıpırdamıyor ama herhalde suyun üstüne 30-40 knots sağnaklar vuruyor.
Akın A. oturaklı tekne fazla zorlanmadan yanaştık. Teknenin arka tarafına Durmuş Kaptan bir de branda gerdi, iyice rahatladık. Ama bir saat kadar sonra bizim teknenin sert rüzgarda pek sallanmadığını gören 40 metrelik dev bir gulet bizim 20 metre yanımıza yanaşınca olan oldu. Rüzgarla gezinen tekneler birbirine tehlikeli ölçüde yaklaşmaya başladı.
Hem havada depresyon var hem bizde, tabi 15 dakika içinde “Kaptan Paşa, koca limanda başka yanaşacak yer mi bulamadın” diye bağırarak yan tekneyle maraza çıkardım. Neyse kibar adammış, demir aldı gemisini başka bir yere park etti.
Durmuş Kaptan’a güvenim tam olduğundan Akın A. ile yolculukta bir kere bile hava durumuna bakmıyorum. Ama ertesi sabah Yedi Burunları geçeceğiz ya, açtım Poseidon’u bir bakayım dedim. Harita kan kırmızısı. Özellikle de batı tarafı. Bu arada Bodrum, Marmaris’teki tanıdıklardan deniz seferlerinin iptal edildiğini filan da duymaya başladık. Teknede kaptanın dediği olur, hiç söylemedim bile. Ertesi sabah kararı Durmuş Kaptan verir.
Yukarı tırmanmak, aşağı düşmek..
Bütün gece rüzgar devam etti. Sabah 5.30’da çıkarız diye konuşmuştuk. Baktım Yeşilköy’de demirli Fethiye yolcusu 14 gulet 4.30 gibi demir almaya başladı. Bizim güvertede de tıkırtılar başladı. Elimi güverteye değdirdim baktım hiç çiğ yok. Çiğ yoksa koy dışında da rüzgar kuzeye döndü demek. Bunlar fena işaretler. Yine bir şey demedik tabi. Durmuş Kaptan kararını vermiş.
Demir alıp yola koyulduğumuzda “Ee ne diyorsun Durmuş Kaptan, iyi kötek yer miyiz? Ölü Deniz’de öğle molası verebilecek miyiz?” diye sordum. “Yok be Ali Abi, deniz güzelleşiyor, baksana, ilerdeki Çatal Adaları döndük mü sakinleşecek sanki” dedi. Ben de içimden “uzaya pozitif mesaj yollayanlar gelsinler Durmuş Kaptan’dan ders alsınlar” diyorum.
Çatal Adalar’da 2-3 metre dalga vardı. Yedi Burunlar’ın altıncısı olan sancak Burnu ile Kötü Burun arasında 4-5 metreyi buldu. 5 saatlik yol boyunca Durmuş Kaptan’ın yüzünden gülümsemesi eksik olmadı. Ama dümeni de bana vermedi.
Durmuş Kaptan hayatta bugüne kadar tanıdığım en güleryüzlü ve pozitif insanlardan biri. Böyle uzun yollarda hep güzel şeyler anlatır. Biraz denizden anladığımı bilmesine rağmen bana bile moral verir. Son uzun yolumuzda da diyor ki “Bak Ali Abi, yolcuya ‘ilerde bu deniz daha da azacak denir mi hiç, önümde 4 saatlik yol olduğunu bilirim ama 2 saat’ derim, 2 saat geçer ‘1 saatlik daha yol var’ derim. Deniz durmadan insanı dövmez, arada sırada akıntı değişir, kıyıdan uzaklaşırsın biraz kesilir, hemen ‘gördünüz mü, düzeliyor deniz’ derim. Deniz bu, uçsuz bucaksız bir yer. Umutsuz yaşanmazki denizde..”
Bir ara hava iyice sertledi, deniz iyice kalktı. Ayakta durmakta zorlanıyorum. Durmuş Kaptan’a “hiç böyle sert havada yoldan geri döndüğün oldu mu?” diye sordum.
Dedi ki, “Olmaz Ali Abi, gözüm kestiyse, ‘vira bismillah’ dediysem, asla dönmem geri. Denizde yükselemeyip geri döndün mü, alabora olmasan da, kesinlikle çıktığın noktadan daha geri düşersin.. Denizde geri dönülmez!”
Hareketli, keyifli ve öğretici bir yolculuktu...
----------------
Meis için mini notlar:
Uluslararası adı Kastellerozion. İsim, Ortaçağ’daki Castello Rosso, yani adanın hemen girişindeki kızıl kaleden türetilmiş.
Demirlenecek iki yer var. Birincisi Megisti ya da Limani denilen ana liman. İkincisi hemen doğusundaki Mandraki. İsminden de enleşilabileceği gibi eski çağlarda asıl liman burası. Ama denizde sığlıklar çok, hemen önündeki adaların (Rho ve Strongili) arasından içeri girmek için dikkat ve zahmet gerekir. Çok güzel plajları olan Mandaraki önü adalarından birinde küçük bir tesis ve taverna da var.
Mediterrano filminin önemli bir bölümünün çekildiği kafe Mandraki bölümünde. Film çekilirken ekibe evsahipliği yapan ev (Mediterrano Vassilissia House) ise limanın batı yakasında. Çok güzel bir bina ama artık bir italyan Ailesi’ne ev sahipliği yapıyor. Özel mülk..
Meis’de “yerel halkı takip edeyim” derseniz gideceğiniz üç yer var. Birincisi fenerin altındaki cafe. İkincisi Alexandras’ın yanındaki küçük taverna. Özellikle öğle yemekleri için tavsiye edilir. Üçüncüsü de geceleri Lazarakis’in hemen yanındaki Athena Taverna.
------------------
Kayaköy’ün biçare yalnızlığı!
Onyıllardır Fethiye’den Antalya’ya doğru giderken anayolun kıyısında “Kayaköy” levhasını görürüm bir türlü gidememiştim. Bu seferimize nasipmiş. Gittim gördüm derin bir hüzün kapladı içimi.
Kayaköy (antik dönemde ismi Karmylassos), Gemiler Adası’nın hemen ötesindeki, Soğuksu ya da Beştaş Koyu’ndan yarım saatlik yürüyüş mesafesinde. Bir dağın yamaçlarında son zamanlarda Levissi diye bilinen 2-3 bin evlik ve bin yıllık bir Rum yerleşkesi. 1923 yılında mübadele ile memleketten atılmışlar. Yerlerine Türk nüfus yerleştirilmiş. 3 yıl içinde bizim Türkler kayalardan, dağdan sıkılıp (temel gerekçe su sıkıntısı) Levissi yurttaşlarının tarla ve bağ arazisi olarak kullandığı ovaya yerleşmişler.
Anlayacağınız, Kayaköy 90 yıldır metruk bir kent. İlk yıllarda çatıları kaplayan ahşap materyel sökülüp muhtemelen kış ısıtması, kazan kaynatmasında kullanılmış. Sonra yavaş yavaş yağmur-güneş, sıcak-soğuk Kayaköy’ün kaya evleri dökülmeye başlamış.
Çıktık, yürüdük, gezdik bir parça. İnanılmaz bir tarihi miras. 11 şapel, 2 büyük klise, Anadolu’da az bulunur büyüklükte bir çömlekhane, bazı evlerde ouvarlarda hala çivit mavisi ya da terra cota kök boyası renkler parıldıyor.. Girişte bakanlık 5 TL ücret alıyor. Ama kaderine ve çürümeye terk edilmiş bir koca tarih mirası.
Fransa’da Cote d’Azur’de her yıl milyonlarca turist Biot, Gordes, Eze ya da St. Paul de Vence’ı ziyaret edip milyar Euro’lar bırakır. Bizim memleket küçük hesaplarla, “ya mübadele mağdurları dava açarsa” diye bu tarih hazinelerine sırt çevirir... İnanılır gibi değil!
Bu arada bir küçük not daha: Cumhuriyet’in kurucusu Yunus Nadi’nin Kayaköy’de doğduğunu biliyor muydunuz? Nüfus cüzdanında “Doğum yeri: Levissi” diye yazıyormuş!!!
Comments