top of page
  • aliboratav

Kayıp denizlerde 5 gün: Güvercinlik - Çeşme hattında bulanık bir gezi ve Denizlerin Kültür Balığı, balık çiftliği ile Sınavı - Eylül 2014

Güncelleme tarihi: 2 Nis


Bodrum Güvercinlik’ten, Çeşme Marina’ya kuş uçuşu 120 millik bir yolculuk. Denizin önemli bir kısmı balık çiftlikleri tarafından parsellenmiş. Kimi yasalara aykırı olarakkıyıya bitişik, kimi yönetmeliklere uygun açık denize konuşlanmış binlerce kafeste yaşayan milyonlarca balığı hissederek yol alıyorsunuz. Mandalya Körfezi içler acısı. Yemyeşil kıyılar, gri-yeşil, bol köpüklü bir su. Dip çamur, gri,yoğun bir balçık, bazen çapanızı temizlemek için dakikalarca uğraşmak zorundasınız.

------------------------------ 

Bundan 32 yıl önce, 1982 yılında Gümüşlük’ten küçük bir gulete binip ailece İasos Limanı’na gitmiştik. Hayal meyal, daha doğrusu bir rüya gibi hatırlıyorum. Deniz çok sakindi. Teknenin burnundan aşağı ayaklarımı sallandırmış, Güllük Körfezi’nin 30-40 metrelik sularının üstünde güneşin lacivert derinliklere uzanan huzmelerini seyrederek 1-2 saat seke seke yol yapmış ve İasos’a girmiştik.

Koyun güney yamacındaki 5 bin yıllık antik kentin bina kalıntıları bugüne göre daha yüksekti, diye hatırlıyorum. Acaba o kalıntıların bir kısmı geçtiğimiz yıllarda ona buna temel dolgusu mu oldu? Emin değilim. Ama kesin hatırladığım şey, antik limanın dibindeki kırık dökük taş Rum evleriydi. Cehennemi sıcakta o evlerin, kaktüslerin, tek tük seyrek yapraklı ağaçların arasında büyük bir keyifle gezmiştim. Yamaçları çevreleyen zeytinlikler de bu köye büyülü bir atmosfer kazandırıyordu. Sonra sahildeki saz pergolelerin altında gezginlere balık pişiren 2-3 salaş restorandan birine oturmuş, o yaşıma kadar tattığım en güzel ızgara balıkla,güzel bir ziyafete girişmiştik.

32 yıl sonra... Sabah saatlerinde Güvercinlik motor iskelesinden çıktığım yolculuğumuzun ilk gününde, büyük bir hevesle İasos’a gittiğimizde, sahilde bugünün meşhur balıkçısı Ceyar’da yediğimiz harika karidesler dışında, bu anlattıklarımın maalesef hiçbirini göremedim. Balık çiftlikleri arasında zigzag yaparak gittiğimiz yol boyunca ve limanda denizin rengi tatsızdı. O köhne ve sempatik Rum köyünün kalıntılarının üstünde sevimsiz briket evler yükselmişti. Güzelim eski doğal liman da,50 metre eninde toz-toprak içinde bir beton rıhtımla çevrelenmişti.


5 bin yıllık gelenek

Amasyalı tarihçimiz Strabon bundan 2100 yıl önce yazdığı Geographika isimli eserinde, Ege kıyılarını koy koy, köy köy anlatırken İasos’a da uğrar. İasos’un, “Denizinde balık boldur, fakat toprağı fakirdir” diye balıkçılık aşkını özetlediği bir de öykü anlatır:

Bir kithara şarkıcısı konser verirken balık mezatını haber veren çan çalınca tüm İasos kent halkı amfitiyatrodan koşarak çıkar. Sahnenin önünde sadece, elleriyle kulaklarını tutarak şarkıcıyı dinleyen bir ihtiyar kalır. Bunun üzerine sanatçı der ki;

“Bayım bana verdiğiniz onurdan ve müzik sevginizden dolayı size minnetarım. Çünkü çan çaldığı an herkes konseri bırakıp gitti.”

İhtiyar “Ne diyorsun, çan çalmış mıydı?” diye sorar, “Evet” yanıtını alınca da, “Uğurlar olsun sana” diye o da fırladığı gibi balık pazarına koşar.

Gerçekten de, İasos’ta medeniyetin yıkamadığı tek şey galiba Karyalıların balıkçılık geleneği. O beton rıhtımda sıra sıra dizili dükkanlarda harika balıklar vardı. Kıyıkışlacık’ın yanısıra, uzak denizlerde dolanan Bargilya’nın balıkçıları da bu dükkanlara çalışıyorlar.


Ertelenmiş bir gezi

Filmi başa saralım...

Yıllardır hep heveslendiğim ve bir türlü gerçekleştiremediğim bir Mandalya Körfezi (Güllük) gezisi isteğim vardı. Bir yanda balık çiftlikleri açık denize çıktı-çıkmadı soru işaretleri, bir yanda Bodrum-Gökova’dan Kaş-Kekova’ya uzanan temiz mavi yolculuk kıyılarımızın cazibesi, bir türlü gerçekleştiremedik.

Taa ki, bu Haziran’da 10 yıl önce beni yelkenliyle mavi tatillere cesaretlendiren sevgili doktorum Öztürk Karabey’in teknesini Orhaniye’den Ayvalık’a taşıma niyeti ortaya çıkana kadar…

Öztürk Hocam bir gün telefon açtı ve “Ali bak, geliyorsanbiletini hemen al. 10 Temmuz’da Bodrum’dan Çeşme’ye çıkıyoruz” dedi.

Ben de lafı ikiletmedim ve 11 Temmuz sabahı uçaktan inip Güvercinlik iskelesinde teknemiz Bonito’ya yetiştim ve yola çıktık.

Ama hemen durduk. Çünkü Güvercinlik’e girerken pervanelerine bir balık yemi çuvalı dolanmış, hem de fena halde. Neyse ki evsahibimiz temkinlidir, pervanede halat kesici varmış. İleri geri yapıp çuvalı parçalamışlar ama iskeleden biraz açıkta zincir atıp, yola çıkmadan önce pervanenin miline sıkışmış naylon parçalarını dalıp iyice temizlemek gerekti.

Sonra Salih Adası Boğazı’ndan geçip Mandalya Körfezi’ne girdik.


Kayıp sular...

Koskoca bir körfez.Sadun Bora’nın kitabında bir zamanlar denizin ellerini karaya soktuğu 37 harikulade küçük koyun anlatıldığı bir mavi kültür hazinesi.  Kuyucak, Ülelibük(Bargilya), Asin Koyu, Kıyıkışlacık (İasos), Gök Liman, Kazıklı, Ardıçlı Ağıl, Yarım Liman ve nice güzel durak noktası.

İlk izlenimim: Kimse alınmasın ama Güvercinlik’ten sonra denizde başka bir coğrafya ve başka bir hayat başlıyor.Suyun içinde görüş mesafesi iki metre, bulanık, köpüklü, rüzgar durduğunda kokulu bir deniz.

Çiftlikler maalesef tüm gezi boyunca peşimizden gelen bir kabus gibi: Kayıp sulardayız...

Kafanızı nereye çevirseniz, kafesler, kafesler… Ve içlerinde milyonlarca balık. Körfezde kimi açıkta, kimi kıyının dibinde belki 50, belki 100 öbek var, her öbekte en az 20 kafes. Matrix filmindeki su içinde yaşatılan insan tarlaları gibi...

Hemen gidelim, hemen duralım hissi!

Altımızdaki kıpır kıpır milyonlarca yaratığı hissederek “Aman en güzel limana girelim hızla”deyip İasos’a yollandık. 11 mil yol. Girişte, sancakta antik liman kulesi, iskelede suyun altında 50-60 metre uzayan antik mendirek. Kolayca fark ediliyor. Geçidin ortasına dümen tutup rahatça limandan içeri girdik.

Rıhtımın salmalı teknelerin yanaşmasına müsait uç bölümüne kıçtan kara yanaştık. Rıhtım dolu olduğunda limanda alargada kalmak da gayet keyifli olabilir. İasos tüm değişime rağmen hala sempatik. Çapa tutmaması diye bir sorun yok. Zemin öyle bir balçık ki, bükülmüş bir inşaat demiri parçası sallandırsanız, 20 tonluk tekneyi tutar.

‘Ceyar’a girip taze midye-karides, bol kolestrollü bir ziyafet çektikten sonra önce balıkçıları ziyaret edip, sonra teknemize döndük ve acı gerçekle yüzyüze geldik. Balık çiftliklerinin tüm posasının akıntıyla sürüklendiği limanda denize girmek intihar gibi bir şey. Öğleden sonranın sıcağı basmış.

Baktık körfezde hafif rüzgar var. Çıkalım biraz yelken yapar, güzel bir koy bulup denize girer, sonra döneriz dedik. Yelken keyfini biraz abartınca da kendimizi akşamüstü saatlerinde 13 mil uzaktaki Kazıklı İskelesi’nin önünde buluverdik.

Felaket yeni başlıyormuş

Kazıklı’da su maksimum seviyede kötü. İnsanın içinden denize girmek gelmiyor. Buzdolabımızda 2.5 kiloluk denizden sabah çıkmış bir trança; ve teknede mutfak ustası Selçuk Bozçağa gibi bir arkadaşımız var. Bir an bile düşünmedik, yemeği teknemizde, yıldızların altında yemeğe karar verdik. Kazıklı İskelesi’nin doğusundaki Sığ Liman’ın tam ortasında uzun bir koltuk halatı ile kafayı batıdan gelen minik çırpıntılara sabitleyip demirledik. Yanımızda İasos’da Karyalı balıkçılardan aldığımız taze balık vardı, teknede güzel bir yemek yedik.

Kazıklı’daki dip koyun girişinde bulunan Kaptan Han da, salların üstünde akşam yemeği pek keyifli görünen GiritliRestaurant da lezzetli durak noktaları olarak bildiğim yerler.  İasos’da bir akşam sefası olasılığının ardından, bu kıyılarda bulabileceğimiz en güzel ikinci ve son iskele durağını da böylece kaçırmış olduk.

Sabah kalktık. İnsan uykudan ayılmak için denize atlar değil mi? Yok gene canımız istemedi.  Batıdan hafif de çırpıntı geliyordu, teknenin etrafı merdaneli çamaşır makinesi gibi köpürmüştü. Hızlı bir kahvaltı yapıp, Mandalya Körfezi’nin kuzey kıyılarında denize girebileceğimiz bir yer aradık. Tek tek hepsinin önünden geçtik.

Acı ki ne acı, balık çiftliklerinin etkisinden kurtulmuş tek bir yer bulamadık. Sonunda akıntının en kuvvetli olduğu Karasu Koyları’nda bir mola verdik. Beş dakika yeşil-gri sulara daldık çıktık ve Didim’e doğru yola devam ettik.

Mükemmel bir marina

Akbük Koyu ve kenarındaki Dalyan tamamen kayıp bir cennet. 11 millik Didim yolunun sonuna doğru bayağı açık deniz sayılabilecek bir yerde Panayır Adası var. Yaklaşırken baktık denizin rengi biraz düzelir gibi... Saat de erken. Didim Marina’ya girip haşlanmaktansa, adanın doğusundaki sakin sularda demirleyip yemek yiyelim, öğleden sonramızı geçirelim, dedik. İki gündür ilk kez denizden de keyif aldık.

Didim D-Marine’e akşamüstü vardık. Girişte,içinde işini çok iyi bilen iki nazik palamarcıyla gıcır gıcır bir bot bizi karşıladı. Yerimize yerleştirdiler. Marina pırıl pırıl, hizmet mükemmel.  Didim’de karaya çıkıp keyifli yemek yiyecek bir yer bulmak zor. Marina’da ise Keyif, Up-Stairs ve Club isimli üç kaliteli mekan var. ‘Keyif’e yerleştik ve lezzetli ızgara etlerle güzel bir akşam geçirdik.


Issız sulara merhaba...

Didim-Sisam Dilek Boğazı kuş uçuşu 24 mil. Rüzgar ancak orsa seyrine izin veriyor, sürekli volta atarak altı saatte gelebildik. 

Bu arada rutinimizi bozan tek şey, bir arkadaşımızın Sisam açıklarında, Fournoi Boğazı’nda 14 saat suda kalmış bir Afganlı ile bir Suriyeliyi denizden kurtarmasıydı. Bizim Öztürk Hoca’nın yıllardır yol arkadaşı olan Memduh Erenler’in, Papalina isimli 37 feet’lik teknesi ile 2 metrelik dalgalar arasında hipoterminin eşiğindeki iki insanı denizden kurtarmasını telsizden izlemek dehşet bir deneyimdi.

Yolda giderken Öztürk el telsizinden Türk Radyo’dan yapılan Papalina çağrısını işitti. İki mil etrafındaki bölgede üç kişinin denizde sürüklendiğini anons ediyorlar, ama Papalina’dan yanıt gelmiyor. Hemen Öztürk telefonla Memduh’u aradı. Meğer o zaten birini bulmuş, kurtarma çalışması yaptığından telsizi bir yana atmış. Sonra biz telsizden Memduh’un telefonunu Türk sahil güvenliğine bildirdik. Onlar Yunanlılar’a haber verdiler. İki sahil güvenlik botu, bir helikopter hava koşulları nedeniyle kazazedeleri kurtaramadı, Memduh ikisini, bölgedeki bir Belçikalı yelkenli de üçüncüsünü sudan çıkardı. Üç saat uğraşmışlar, sonra da altı saat Sisam’da bürokratik işlemlerle uğraştılar. İnsan kaçakçılarının her zamanki gibi yolcuları kamaralara kilitleyip batırdığı teknedeki diğer 34 kişi ise yaşamını kaybetmiş.

(Yolculuğumuzun son günü Çeşme Marina’da Memduh’larla buluştuk, neler yaşadıklarını saatlerce dinledik. Aklımdan “Denizde hayat her zaman beklenmedik öykülerle dolu” diye geçiyordu. Memduh’un gözlerinde ise denizden iki can kurtarmış olmanın ağırlığı vardı.)


Denizden gelen sürpriz

3’ünücü akşam Dilek boğazı’nın tam altında, Su Adası’nın kuytusunda alargadayız. Hemen batımızdaki Tavşan Adası açık denizden gelen 13-18 şiddetinde havayı kesiyor ama kuzeyde ve güneyde en yakın yerleşim merkezine 15’er millik mesafede ıssız sularda solugan filan değil, resmen dalga altında gecelemeye hazırlanıyoruz.

Su Adası’nın üstünden dolunay yükseliyor. Dalgalar teknemizi beşik gibi sallıyor. Gün boyu kıyılarda akşam yemeği için bir balıkçı aradık, ama kimseyle karşılaşmadık. Akşam yemeğinde pastırmalı menemen planlıyoruz. Birden bu ıssız suların içinden, Su Ada’nın berisinden bir balıkçı kayığı belirdi. Hemen güverteye fırlayıp el sallamaya başladım. Nazlı bir şekilde döndü ve bize yaklaştı. “Balık var mı?” diye bağırdık. Varmış. Kuşadası’na levrek götürüyormuş. Bir tane de 3.7 kg’luk bayağı azman levrek varmış. Bütün gün yol boyunca gökte aradığımız balık, akşam karanlığında tepemize düşmüş gibi oldu.

Balıkçı gitti adanın arkasındaki sığlığa demirledi. Biz hemen dingiye motoru taktık, bizim ekip dalgaların arasında iki beygirlik minik bot ile akşam hava kararırken balıkçının kayığına yollandılar. Balığı temizleme ve gidip gelmeleri 40 dakika sürdü.

Gece karanlık çöküyor.  Karnımız zil çalıyor. 3.7 kiloluk levreğin dörtte üçü 10 dakika içinde jülyen doğranıp saşimi yapıldı. Ve inanılmaz ama, dört kişi tamamını silip süpürdük.

Küçük bir not: Saşimi taze balık bulursanız biraz da cerrahi ya da mutfakta yeteneğiniz varsa mükemmel ve inanılmaz hızlı bir yemek. İnce ince doğradığınız balıkların üstüne göz kararı (örtecek kadar) limon suyu ekleyin, 3-4 dakika bekletin. Süzün. Varsa bolca soya sosu dökün, karıştırın ve hemen süzün (yoksa tuzlu olur). Üstüne bolca karabiber, ince kıyılmış maydanoz ve yine bolca kaliteli sızma zeytinyağı. Hepsi bu!


Son 48 saat

Hızlı başlayan yolculuğumuz yine hızla devam etti.

Sabah Su Adası’ndan çıkıp, 18-22 knots’luk güzel bir batı rüzgarı yakaladık ve yelkenle Sığacık Teos Marina’ya kadar 35 mili uça uça gittik. Doğan Bey Burnu’ndan sonra çapraz dalgalar vardı, ama rüzgar daha da şiddetlenip lodosa döndüğünden hiç sıkıntı çekmedik.

Ve Sığacık Teos Marina’nın güneyindeki kuytuda ilk kez berrak bir denize girdik. Oysa balık çiftlikleri Sığacık Körfezi’nin batı ve kuzey kıyılarında yine konuşlanmışlardı. Demek ki, akıntı ve hakim rüzgar uygunsa deniz kirlenmeyebiliyor.

Ertesi gün sabah motor ağırlıklı 18 mil yol yapıpTürkiye sahillerindeki ‘en iyi 10’ listesine gönül rahatlığıyla dahil edebileceğim Nergis Koyu’na geldik.  Alaçatı’nın 8 mil güneydoğusundaki bu koy tam bir kristal su örneği. Mükemmel bir deniz.

Sonra yola devam edip Alaçatı’da arkadaşlarımızı karaya indirdik ve biz Öztürk ile 17 mil mesafedeki Çeşme Marina’ya doğru yola devam ettik.


Ama bir dakika!!!

Alaçatı’nın hemen doğusundaki Mersin Deresi Koyu’nun batı yakasındaki adaların önündeki balık çiftliklerinin vehametini anlatmadan geçemeyeceğim:

Öğleden sonranın denizin üstü güneş ışınlarıyla yalazlanmış ışıklarında,Cırakan Adası’na motorla tam yol yaklaşırken bir de baktım önümüzdeki balık çiftliği etrafa yüzlerce metre dubalı, dubasız kalın yüzen halat döşemiş. Denizin içinde dört bir yana doğru uçsuz bucaksız halatlar...

Buna kim, nasıl izin veriyor, anlamak mümkün değil. Sert bir havada geceleyin pervaneniz dolansa, çevredeki kayalıklara sürüklenip teknenizi kaybetmeniz ve can kaybı riski yaşamanız işten bile değil.


Gezinin unutulmazları...

Alaçatı ve hele ki Çeşme... Çok güzel ama kalabalık, gürültülü limanlar.

Sokaklardaki kalabalığa karışmaktansa tekneye ve kendi içime kapanmayı tercih ettim.

Yolculuktan aklımda kalanlarla kendi kendime söyleştim...

En çok yol boyu önümüze dikilen balık çiftlikleri kafama takılıyor... Birleşmiş Milletler (BM), Dünya Bankası gibi çevre duyarlılığı yüksek kurumlar bile dünya nüfusunun protein gereksinimi açısından kültür balıkçılığını destekliyorlar. Ama kurallar var ve uygun olmayan yerlerde bu tartışılmaz gereksinimin nasıl büyük çevre felaketlerine yol açtığını anlamak için Mandalya Körfezi görülmeli.

Sisam’ın az doğusunda, Dilek Geçidi’nin ıssız kıyılarında rastladığımız balıkçı da hiç fena bir hatıra değil...

Karyalı balıkçı... Yalıkavak’tanmış. Tüm yıl Bodrum’dan Bozcaada’ya kadar tek başına 6 metrelik kayığıyla avlanıyor, tuttuğu balıkları da en yakın mezat yerinde satıyormuş. Balık yasağı başlayınca da çiftliklerden alıp ücra köşelerdeki restoranlara taşımacılık yapıyormuş.

Öztürk Hocam bize sattığı 3.7 kiloluk şahane levreği temizlerken sormuş: “Bu sert havada nerden gelir nereye gidersin? 40 mil insan yok bu sahillerde?”

Demiş ki, “Sert hava sorun değil, sert insanla karşılaşmayayım yeter!”

Ders üstüne ders...

 

 

 ------------------------------


Deniz hayatının evcilleştirilmesi!

Denizin rengine bakıyoruz, bulanık. Dibe dalıyoruz bir avuç kum çıkarmak için, zaten görünürlük bazı yerlerde 1 metrenin altında, elimize kalın siyahımsı bir balçık tabakası bulaşıyor. Suyu kokluyoruz, gübre kokuyor. Yüzerken etrafımızda sanki bir deterjan havuzuna girmiş gibi köpükler oluşuyor. Elimizde biraz daha gelişmiş araçlar olsa, bu yüzeysel gözlemlerin ötesinde, denizde çiftlik kafeslerinde depresif şekilde gezinen balıklar dışında, pek doğal yaşam kalmadığını da tespit edebiliriz... Keyifli bir öğleden sonra seyir halindeyiz, birden pervaneye bir yem-ilaç çuvalı dolanıyor, ya da daha kötüsü balık çiftliklerinin yatçıları ürkütmek için denize döşedikleri sinsi halatlara dolanıyoruz... Bir rezalet daha!

Tüm bunlar denizcilerin, denizseverlerin balık çiftliklerinden hoşlanmamalarına neden olan mikro gözlemler.

Makro boyut ise, çok farklı.

Balık çiftlikleri var ve sayıları her geçen gün tüm dünyada artıyor. Çünkü nüfusu hızla artan insanoğlunun protein gereksinimini karşılamanın en ekonomik çözümü bu. 4.5 milyar insanın protein gereksiniminin yüzde 18’ini balık ürünleri karşılıyor. 1950’de global olarak kişi başına 6 kg. olan balık tüketimi, 2014’te 19 kg.’a yükselmiş durumda. (Türkiye’de 7 kg.)

Dünya toplam balık üretiminin (158 milyon ton-2012) son 20 yıldır neredeyse sabit olarak 90 milyon tonu doğal-yabani balıkçılıktan elde ediliyor. Kültür balıkçılığı ise son 30 yılda her yıl yüzde 8 artış gösteriyor , bu 12 kat artış demek. (11.5 milyon ton karasal balıkçılık,80 milyon ton deniz balıkçılığı, 42 milyon ton karasal kültür balıkçılığı, 24.7 milyon ton deniz kültür balıkçılığı.) Türkiye’de de son 10 yılda 2.5 kat artış var.

Çünkü, 1 kg.dana eti proteinielde etmek için 61 kg., kültür balığında ise 13 kg. tahıl eşdeğeri yeme gereksinim duyuluyor. Fiyat avantajı var. Hatta FAO (BM Gıda ve Tarım Örgütü), DB gibi kuruluşlar sera gazı üretimi de dahil olmak üzere kültür balıkçılığının kırmızı et üretimine göre daha çevreci olduğunu bilimsel araştırmalarla desteklemeye başladılar.

Dünyada 120 milyon kişi balıkçılıkla ilgili işlerle geçimini sağlıyor. Aileleriyle birlikte 650 milyon kişi. Bunların yüzde 90’ı küçük ölçekli üretici. Üçte ikisi az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerden olmak üzere yıllık balık ihracatı 129 milyar dolar (2012 verileri).

Yani, bu konunun arkasında çok ciddi bir ekonomik rasyonalite yatıyor.

Sonuç 1: Artık dünyada, ‘deniz canlılarının evcilleştirilmesi-domestication’  adı verilen bir devasa uğraş alanı var.Bu uğraş şu üç başlığı içeriyor: İnsanlar için optimum türlerin seçilmesi. Bu türlerin biyolojik çevriminin (yumurtlama, genç vahşi bireylerin yakalanarak evcil sisteme dahil edilmesi, ürünlerin şişmanlatılması vs) yönetimi. Ve son olarak da, bu türlerin genetik seçim/iyileştirme ile evcil üretim ortamlarına uyumunun sağlanması. Yani trend tıpkı tavuk-hindi, koyun-keçi-dana üretimi gibi ‘evcil’ balıkların, ‘yabani-doğal’ balıkların yerini alması yönünde.

Sonuç 2: Bugün Türkiye kıyılarında yılda 100 bin ton kültür balığı yetiştiriliyor. “Ah, vah, gitti denizlerimiz” diyoruz. Sadece Çin,denizlerinde yılda 20 milyon ton kültür balığı üretiyor.Hindistan, Vietnam, Şili, Tayland, Malezya, Endonezya, Mısır, Norveç aynı şekilde milyonlarca ton üretim yapıyorlar... Yani küresel trend diyor ki, Türkiye kıyısal felaketinin henüz başındayız!

Not: Bu yazıdaki verilerin tamamına yakını BM Dünya Gıda Güvenliği Komitesi’nin Haziran 2014 tarihli HLEP Raporu’nda bulunmaktadır.

 

--------------------------

 

SORUNLAR-SORULAR!

 Koca deniz etkilenir mi?Kültür balıkçılığının su altında yaşam dengesini altüst eden en önemli özelliği: Tüketilmeyen yem ve yoğun dışkı ile büyük bir azot ve fosfor, yani bir tür aşırı gübre ve çökelti oluşturması. (Sedimantasyon: Su altı yaşamını yokeden kalın bir toksik etkili örtü. Ötrifikasyon: Aşırı gübre ile yosunların dejenerasyonu, hızlı büyümeleri  ve oksijen fakirliği). Bizim çapalarımızın ucuna takılan, sıvanan gri-siyah bir balçık kütlesi olarak gördüğümüz bu atıkların yaşamı nasıl hızla yokettiğini gözle izlememiz hayli zor. Görünürlük seviyesinin 2 metrenin altına düştüğü o bulanık sularda deniz dibi görünmüyor zaten!

Mangrove ormanları tersini söylüyor… Ama dünyadaki kültür karideslerinin önemli bir bölümünün üretildiği Vietnam, Tayland gibi ülkelerde bunu izlemenin basit bir yolu var. 1950 yılında Vietnam’ın 2500 km.’lik sahil şeridi Mangrove ormanları ile kaplıydı. Sahillerde su altında yetişen bu ağaçlar, bölgede sık görülen tsunamilerde bir sahil bariyeri olmanın ötesinde,  tropik balıklar için de bir doğumevi görevi görüyorlar.  Greenpeace’in 2007 tarihli ‘Sürdürülebilir Aquakültür’ raporuna göre karides çiftliklerinin her yeri sarmasıyla bugün Vietnam’da Mangrove ormanları yüzde 80 ölçüsünde azaldı. Bengladeş’te yüzde 50, Tayland’da yüzde 40, Filipinler ve Ekvator’da yüzde 60!

İnsanoğlu paraya doymuyor...Tıpkı bizim Güllük-Çeşme bölgesini kaplayan çupra-levrek balık çiftlikleri gibi, somon çiftliklerinin de öncelikle Kuzey ABD ve Kanada bölgesindeki göç alanına kurulmasının basit bir nedeni var. Akıntı, su sıcaklığı, tuz oranı gibi değerlerin somonun en iyi yetiştirilebileceği bölge olarak burayı işaret ediyor olmaları. Sözkonusu alanlar 2000’li yılların başında dünyada metrekare başına en yoğun balık çiftliği tesisleriyle doldu veyarattıkları kirlenme öyle bir noktaya ulaştı ki, 2002 yılı baharında 4 milyon doğal pembe somon göç yollarındaki bu sularda öldü. Bu, tarihteki en büyük toplu balık ölümü olarak kayıtlara geçti. Doğal pembe somonun nesli tükenme sinyalleri veriyordu. Ve Kanada bu bölgedeki tüm somon çiftliklerinin ruhsatını iptal etti.

Herşeyin başında sağlık!!!2010 yılında İstanbul Üniversitesi liderliğinde bir bilim insanları topluluğu tüm Türkiye kıyılarını kültür balıkçılığının etkileri ve geleceği açısından kapsamlı bir incelemeye tabi tuttu. Bu araştırmanın ilginç sonuçlarından biri, mikrobiyolojik kirlenme açısından (koliform bakteriler) örneğin Bodrum’un Fethiye’nin turistik sahilleri balık çiftliklerinin yoğun bulunduğu alanlara göre daha fazla kirli ve tehdit yaratıyor. Aslında buna pek şaşırmamak lazım. Balık çiftlikleri hastalıkları engellemek için denize o kadar kuvvetli seviyede antibiyotik, bakır bileşikleri (mantar ilacı) ve pesticides (haşere ilacı) basıyorlar ki!.. Tabii bu antibiyotik ve toksik birikime yol açan ilaçların kültür balıkları haricinde de ciddi etkileri var! Norveç’te 15  yıl önce, bir çiftlikte hastalık belirtileri ortaya çıkıyor. Basıyorlar ilacı. 2 hafta sonra çiftlikten 400 (!) mil uzakta yakalanan balıklarda ve 80 mil (!) uzaktaki midyelerde yapılan ölçümlerde antibiyotik oranı kabul edilebilir sınırların üstünde bulunuyor.

Hele bunu, en iyisihiç okumayın!Su ürünleri yetiştiriciliğinde kullanılan ekstra kimyasallar da şunlar: Antifoulingler (inorganik ve organik birikintileri temizleyiciler-zehirli boya), dezenfektanlar (hijyen amaçlı kullanılırlar), algisidler (yosun öldürücüler),herbisidler (bitki öldürücüler), pestisidler  (bitki-böcek öldürücüler), parazisidler (parazitöldürücüler), antibakteriyeller (bakteri öldürücüler). Tarımda bu tür ilaçların en etkililerinin üstünde ‘dikkat çok zehirli’ yazar... Bu ilaçlar içinde, bir hayli kadmiyum, kurşun, kalay gibi ‘yaşam dostu’ madde oluğunu da söylemek gerek... Buna karşılık, kafeste yaşayan balıkların canı fena halde sıkıldığı için kullanılan antidepresanlar isedaha mutlu olmamızı sağlayabilir...

Benim olsun,hem de daha büyük olsun...Kafeslerden kaçan balıkların türlerinin devamı için bir şans yarattığı, doğal ortamda gelişmelerini sürdürdükleri ve bu sayede kültür balıkçılığının gelişimine paralel olarak hasret kaldığımız 7-8 kiloluk doğal levrekleri, 2-3 kiloluk doğal çupraları yeniden balıkçı tezgahlarında görmeye başladığımız savı var. Ama bir yandan da kafeslerde yetiştirilen balıklarlaGDO’nun doğal yaşama yayılma riski de mevcut.Dünyada en fazla üretilen kültür balığı 4 milyon ton ile somon. 2010 yılında ABD’de AquaBounty isimli bir firma hızlı büyümeye programlanmış bir GDO (Buna bilimsel olarak GMF: Genetically Modified Fish deniyor)  somon yarattı. Normal bir somonun 3 yılda ulaştığı ağırlığa 18 ayda ulaşan bu organizmalar, Panama’da üretilmeye başladı. Kanada 2013’te satışına izin verdi. FDA ise, 4 yıllık bir inceleme sonucunda şimdilik sadece bu balığın çevre üzerinde belirgin bir etkisi bulunmadığına karar vermiş bulunuyor.

Bir GMF başyapıtı:Kültür balıkçılığında GMF konusunda bugüne kadar yapılmış en ‘başarılı’ projenin adı GIFT: Genetik olarak iyileştirilmiş çiftlik tilapiası (tatlı su çuprası). Balığın orijini Nil Nehri. Lezzetli olduğu için kültür balığı olarak kullanılmaya çalışılmış, fakat pek dayanıksız çıkmış. Genetikçiler “Biz bunu adam ederiz” demişler. 1987’de başlatılan proje ‘süper’ sonuç vermiş. Bugün 85 ülkede (Türkiye’de de) üretilen tilapiaların yüzde 80’i GIFT. Yıllık üretim 4-5 milyon ton olarak belirtiliyor. GIFT programıyla genetik iyileştirme sonucunda 5’inci kuşakta büyüme performansı yüzde 85, hastalıklara direnç 2 kat artırıldı. Singapur, Tayvan, İsrail ve en önemlisi de Çin’in karasal kültür balıkçılığında çok önemli bir yeri var. Filipinlerde tüm pazarın yüzde 69’unu, Tayland’da yüzde 36’sını oluşturuyor. Lezzeti de öyle sudak sazan gibi yavan değil, insan bayağı deniz çipurası yediğini sanıyor. (Yani, fish&chips için ideal bir malzeme)))

Protein arzı tamam da...Kültür balıklarının özellikle omega-3 gibi yağasitleriaçısından fakir olduğu da iddialar arasında. Bu besin değeri sonuçlarını, birkaç yıl önce Norveç’te bağımsız bir akademik laboratuvarda kültür somonları üzerine yapılmış bir araştırmada okumuştum. Acaba Türkiye’de üretilen kültür balıkları için yapılmış böyle araştırmalar var mı? Duymadım!

Madalyonun diğer yüzü…Yakın zamana kadar dünyada avlanan balıkların yüzde 30’u balık yağı ve balık yemi olarak kültür balıkçılığının besin girdisi için kullanılıyordu. Bu açıdan en makbul balıklar sırasıyla hamsi, ringa ve sardalya. Bizim Karadeniz’in hamsisinin, Gelibolu’nun sardalyasının nereye gittiğini böylece anlıyoruz! Ayrıca burada komik bir paradoks var: Amino asitler, Omega-3 yağ asitleri ve vitaminler açısından zengin bu küçük balıklar, fakir olan kültür balıklarının hızlı üretimi için tercih ediliyor. Sonra da biz besin değeri düşük kültür balıklarını yiyoruz. Kültür balıkçılığının balık yemi gereksinimi için kullanılan yıllık doğal balık miktarının 50 milyon tona yaklaşması ve doğal stokların erimeriskinin ortaya çıkması üzerine, FAO 2009 yılında ‘daha fazla kültür balığı üretim tesisi kurulmaması’ yönünde bir çağrıda bulundu. Son 10 yılda keşfedilen yeni-sentetik yemlerle bu tehlike düşme seyrinde (2013-28 milyon ton).

 

RAKAMLAR NE DER?

·         1 ton kültür balığı üretimi için 3-5 ton (mesela mavi ton balığı üretiminde 20 tona çıkıyor bu rakam) yemlik balık kullanılıyor.

·         Denizlerden yakalanan hamsi, sardalya, kolyos ve ringanın global olarak yüzde 75’i (2012’de 22 milyon ton), balık yemi üretiminde kullanılıyor. Oysa bu cinsler amino asitler ve omega-3 türü yağ asitleri açısından en zengin besin kaynağı.

·         Kafesteki kültür hayvanları bu ölü balıkları pek sevmiyorlar. İU Su Ürünleri Fakültesi’nin 2006 raporunda kültür balığı tarafından tüketilmeyip dibe çöken bu yem balıklarının oranının yüzde 40’a kadar ulaşabildiği belirtiliyor.

·         Deniz kafesine dökülen her 1 ton besin maddesinin 300 kilosu balıklar tarafından yenemeden denizin dibine çöküyor.

·         Bu da Türkiye’nin 100 bin ton deniz balığı üretimi için kullanılan yemlerden 10 bin ton azot bileşiği, 2000 ton fosfor bileşiğininsedimentasyonu (denizdibine çökmesi) demek.

·         Bir de müthiş bir foseptik konusu var. Örneğin, büyük boy (1 kg.) 200 bin balığın günlük dışkı üretimi, 65 bin insanınkine eşit. Bu dışkı da azot ve fosfor demek...

·         Deniz çayırları, yani posidonia oceanica denizde yaşamın kaynağı. Hem oksijen üretimleriyle, hem de yumurtlama alanı olmaları nedeniyle. Balık çiftlikleri bu çayırları Hırvatistan ve Sardunya’da yüzde 100, Korsika’da yüzde 75, İspanya’da  yüzde 50 ölçüsünde tahrip etti. Ya Türkiye’de? Bilmiyoruz!

Comments


bottom of page