3 günlük bir bahar kaçamağında ancak bu kadar güzel gezilirmiş. Pserimos dahil 3.5 ada, 94 mil yol... 20 knots rüzgarda yelken de yaptık, çarşaf gibi sularda deniz sezonunu da açtık. Geceleri üşüdük, gündüzleri güneşlendik... Tadını özlemle andığımız Yunan mezelerinin tümünün tadına baktık...
Kim bilir hangi gün hangi adaya gidiyoruz?.... Bu fotoğraftaki bir arkadaşımızı Gezi olaylarından 20 gün sonra beyin kanaması ile kaybettik.... Muhtemelen kimyasal bir zehirlenme dediler....
Oysa o gün ne de neşeliymişiz.....
Yorgunluk ve şatafatlı ilk akşam yemeğimiz sayesinde battaniyelerin arasına girdiğim anda sızmışım ama kalıcı bir sızıntı değil. Sabaha karşı 04.00 sularında beynime saplanan buz gibi bir acı ile uyanıyorum. Bodrum Marina'da denizin üstünde ısı 6 derece, yatak tüm kışın nemini hücrelerine saklamış yavaş yavaş salıyor. Tek hissettiğim ıslak bir soğuk... "Deli miyim ben, ne işim var burada?" diyorum. Bir yanıt da yok!
Mart'ın 17'sinde İstanbul'da yüksek bölgelerde kar yağarken 4 arkadaş Bodrum'a uçtuk. Hesabımız; Fırtına Tur.
Evdeki hesap hafif şaştı, ilk gece tam bir Buzhane Tur oldu.
Sabah pencereye güneşin ışıklarının vurduğunu görür görmez kendimi bir kupa sıcak kahve ile kıç havuzluğa attım.
Anında tüm gecenin takırdamasını unuttum. Güneş teknelerin direklerinin arasından pırıl pırıl yükseliyor, etrafı ısıtıyor, bir gün önceki dehşetli kuzey rüzgarı tamamen dinmiş, kuşlar cıvıldıyor, Bodrum'un kordon boyundan neşeli mobilet sesleri geliyor, hafta sonu turu için marinada geceleyen az sayıda denizci yavaş yavaş kamaralarından çıkıyor. Güneşi gören herkes tatlı tatlı gerinmeye başlamış...
Durum şahane...
Birazdan bizim ekip tamamen uyandı. Ekip, ben ve 3 adet doktor arkadaşım. Hepimiz kent yaşamının stresinden, koşturmacısından, bir gece önce özel lezzetlerini özlediğimiz Bodrum Orfoz Restaurant'da sıyrılmış durumdayız. Ben son kez hava durumuna bakarken ekibimiz de marinanın kıyısındaki markete küçük bir alış verişe gitti. Alışveriş gerçekten küçük, çünkü niyetimiz dosdoğru birbuçuk saat mesafedeki Kos'a geçmek esas kumanyayı (alkol ve salam-jambon-peynir) oradan yüklenmek.
Yunan sularına şimşek gibi girdik...
Teknemiz Irmak 2006 model çok keyifli bir Bavaria 42. Acentamız MTM bizi henüz yıllık bakımının yapılmadığı, yelkenlerinin değişmesi gerektiği, iyi yelken yapamayabileceğimiz konusunda bizi uyardı. Ama umurumuzda bile değil. Ne de olsa yarışa çıkmıyoruz.
5-6 torba alışverişimizi hızla yerleştirip palamar çözdük.
Hava durumu, ilk gün 17-18 knots Kuzey-KB, sonraki 2 gün "ara ki rüzgar bulasın" şeklinde...
Saat 10.30 sularında Kos rotasına girdikten sonra da hemen kutlamak için ilk şişe şarabımızı da açtık.
(Bu tür "geyik ekipleri"nin en önemli kusuru özellikle soğuk havalarda -ısınmak için olduğu iddia edilen- yüksek alkol tüketimidir. Bu kez de öyle oldu. Tek tesellim teknede acil müdahale gerektirecek bir durum olsa cerrah ekibimizin tam hazırlıklı olarak denize çıktığı düşüncemdi. - Fakat sonradan ortaya çıktı; Bu da biraz iyimser bir düşünce imiş.))
Neşemizi ve rüzgarı hemen Gümbet açıklarında bulduk. Derhal yelkenleri çektik. İlk günkü kuvvetlice sayılabilecek rüzgar şerefine ana yelkeni tam, cenovayı 2/3 oranında açtık ve motoru kapattık.
"Kitapta ana yelken ve cenovayı aynı ölçüde açacaksın, yoksa teknenin dengesi bozulur" diye yazar. Ama bizim cenova cidden yaralı. Iskota bağlantı noktası yırtıldı yırtılacak, güngörmez fitili kopuk, bezi de 2 gün güneşte bekletilmiş marul kıvamında. Mecbur biraz kısık açıp, ıskota arabasını da en ileri noktaya sürdük ve güngörmezin yalpasını azaltmaya çalıştık.
Neyse ki, ana yelken ikaz edildiğimiz kadar kötü durumda değil, sadece güngörmez hattı bir türlü disipline girmiyor. Bunun üzerine biraz da bumba palangasını bastık. Orayı da düzelttik. 18-20 knots rüzgarla apaza giren Irmak 8-9 mil arası gitmeye başladı.
Bu kadar ayar çalışmasının bizim için en önemli hediyesi ise normalden 20 cm aşağı indirmiş olduğumuz bumba oldu. Yolculuğumuz boyunca (ben de dahil) 4 kişilik ekibimiz farklı açılardan kişi başına asgari 10'ar kere bumbaya kafa attılar...
Neyse ki, acil tıbbi müdahale ekibimiz hazırdı ve beyin kanaması filan geçirmeden gezimizi tamamladık.
Kos'da rehavet...
Kos'un ana limanına göz açıp kapayana kadar tüy gibi girdik.
Ve... Bir diğer şahane durum: Yazın yanaşacak yer bulunamayan Kos Limanı'nda tek yelkenli biziz. Nereyi beğenirsen oraya yanaş.
Kazara marina görevlilerine yakalanıp gereksiz yere 30-35 Euro yer parası vermeyelim diye, limanın girişinde kuzeyde alan elektrik idaresinin önündeki rıhtıma çapa atıp kıçtan kara yanaştık.
Biliyorum, kış aylarında liman polisi bulmak zor. Biz de "neme lazım, başımız ağrımasın" diye giriş çıkışımızı mutlaka yapalım rahat rahat gezelim diye karar vermişiz. Hemen aradım Kos'taki meşhur Fanos Travel'ın sahibi Dimitri'yi.
Dimitri bir 15 dakika sonra geldi, "hoş geldin, havalar nasıl" vb sohbetten sonra dedim ki, "Aman Dimitri, bizim girişi yap da, başımız ağrımasın."
Dimitri'yi bir düşünce aldı. Dedi ki, "Ya, ben şimdi nereden liman polisini, gümrükçüleri bulacağım? Sen madem ki, bugün yelken yapacaksın Kalimnos'a gideceksin, orada yaptır girişini..."
"Peki" dedim. Birazdan yanımıza bir Bavaria 39 daha geldi. Bodrum Marina'da aynı pontonda sabahladığımız 5 kişilik bir diğer geyik ekip. Onlar da teknelerini MTM'den kiralamışlar. Yarı akraba sayılırız 5-10 dakika sohbet ettik.
Sonra yola devam ettik.
Kalimnos 14 mil. Rüzgar iyi. Biraz orsaya döndü ve süratimiz düştü sadece.
Gün batarken Pothia'nın sakin ve geniş limanına girdik. Pothia, Leros-Kos rotasındaki en güzel mimariye sahip kasabadır. Somon-sarı, lacivert-mavi boyalı şirin evlerle ve balıkçılığıyla meşhur Kalimnos'un renove edilmiş asırlık ahşap balıkçı kayıklarıyla kaplı liman farklı ve güzel bir başka ülkeye geldiğimizin kanıtı gibi önümüzde uzanıyordu.
Yanaştıktan sonra elektrik almak için liman görevlisini aramaya başladık, ama yok. Yunanistan krizde de olsa, ekonomi şampiyonu da olsa çalışan insan bulmak zordur. Hele ki öğlenleri ve akşamüstü saatlerinde.
Rıhtımın karşısındaki büfeye nerede bu adam diye sorduk. bizim arkadaşa "Bulamazsınız, liman polisine gidin, onlara sorun" demişler.
Ben de dedim ki, al şu belgeleri, pasaportları, hem girişimizi yaptırmak için başvur, hem de marina görevlisini çağırtıver bari" dedim.
Yarım saat sonra öfleye pöfleye elektrikçi geldi, ama liman polisi bizim arkadaşa sadece "tekneniz hangi bandıralı" diye sormuş, "ABD" yanıtını alınca da "no problem, it's too late, see you tomarrow" diye başlarından savmışlar.
Yani, ilk gün bir türlü pasaport işlemlerimizi yapamadık... Demek yaz aylarında 3-4 saat kahır haline gelen resmi işler, kış aylarında daha da zor oluyor diye kendimizi eğlenceye vurmaya karar verdik.
Kafeles'te bir Greko gecesi...
Kalimnos'taki eğlence mekanım limanın tam ortasındaki sarmaşıklarla kaplı çardağın altındaki taverna. İsmi: Pantelis
Büyük bir hevesle bizimkileri Pantelis'e kadar sürükledikten sonra bir de baktım ki, kapı duvar, sandalyeler örümceklere teslim edilmiş vaziyette. Arkadaşlar yazın çok çalıştıklarından kışın kapalı.
Başladık nereye girelim diye kıyı boyunca gezinmeye...
Tabi dört boğazına düşkün olarak Kalimnos'un Pantelis'ten sonra en iyi yerini bulmayı başardık.
Tam eski limanın ucunda bir şair ya da belediye başkanı heykeli var, onun arkasındaki Kafeles isimli taverna... (Kafeles,"kahve evi" demek. 1800'lerin sonunda kurulmuş, 50-60 yıldır da tavernaya dönüşmüş.)
Biz oturduğumuzda yan tarafındaki küçük berber dükkanı hala açıktı ve iç bölümde 2 masada köyün ihtiyarları uzolarını tıklıyorlardı. Saat 10 sularında ise 30 civarındaki masalarının hepsi dolmuştu. Cumartesi gecesi eğlenceye çıkmış Kalimnoslu ailelerin önemli bir bölümü sanırım Kafeles'teydi ve eğlence sınırsızdı. Saat biraz daha ilerleyince masalardan şarkılar yükseldi. Garsonumuz Stelyos içerde yarım kalmış uzoları devirdikçe daha bir "güzelleşti" bize istemediğimiz balıkları, mezeleri, ev yapımı çipuroları getirmeye kendini vakfetti.
Neticede sayın başbakanımızın uyardığı gibi "aksırık ve tıksırıklar içinde" Kafeles sahipleri, garsonları ve hala eğlenmekte olan çevre masalarımızdaki ahaliyle vedalaşıp teknemize döndük. (Yediğimizi içtiğimizi hatırlamıyorum 4 kişilik hesabımız ise 90 Euro idi.)
Cumartesiyi pazara bağlayan gece, deneyimli denizciler olarak kar tulumlarımızı, kazaklarımızı, yün berelerimizi giyerek hiç üşümeden misler gibi uyuduk.
Kos... Sıradan bir Grek akşamından manzaralar...
Yunuslara özenince...
Sıradan bir Grek sabahında, uyandığımızda ve sonraki 2 saat boyunca tüm dükkanlar kapalıydı. hani ilaç için bir ekmek satan yer olmaz mı? Olmaz...
Neyse 10.00'a doğru bir kafe açıldı. Nereden bulduysa Yunanlıların sabah kahvaltısında pek sevdikleri sosisli, elmalı milföyden yapılma küçük böreklerden getirmiş. Sıcacık...
Aldık börekleri, biraz ısrarcı olup Liman Polisiyle de işlerimizi hallettik ve açıldık limandan. Kahveler teknede de yapılabiliyor...
Pazar günü Leros'un Pandeli Koyu'na gitme niyetindeyiz. 24 mil yol var. Tahminlere uygun olarak hava tamamen kalmış durumda; Rüzgar 0, dalga yüksekliği 3 cm...
Pandeli'ye Kalimnos'un doğusundan gideceğiz. Pothia'dan çıktıktan sonra adanın güney kıyıları boyunca çok sayıda balık çiftliği var. Bu bölgede kaçak balıkların peşinde yunus bol olur.
Birazdan ufukta 4 tane göründü: Bu küçük yunus ailesinin yolu bizimle kesişmiyor, hızla ayna gibi suların içinde kayboldular. Beş dakika daha yola devam ettikten sonra bir yunus daha belirdi bu bize doğru geliyor. Hemen Irmak'ı auto-pilot'a emanet edip hep beraber teknenin burnuna koştuk. Yunusla aramızda 100 metre kadar kaldığında birden daldı. Tam kaçtı derken, teknenin burnunda sudan fırladı, 3-4 dakika bizimle birlikte yüzdü.
Çocuklar gibi sevindik...
Bu kadar sevindirik olunca, biraz daha çocuklaşalım dedik, Pothia ile Vathy arasındaki üstünde minik bir ayazma bulunan küçük adanın (Sari) en sakin kıyısına demiri attık. Bir gün önce aynı saatlerde üstümüzde muşambalar, kazaklar vardı, şimdi mayolar.
Ayağımızı suya değdirip herhangi bir teste teşebbüs etmeden suya atladık.
Su sıcaklığı 13-14 derece...
Ya da belki de 3-4... Tarih 18 Mart... Ve 2012 deniz sezonunu açtık.
Bizim doktor arkadaşlar, soğuk suyun beyin ve kalp damarlarına olumlu etkileri konusunda önemli teatilerde bulundular. Onlara inanarak abarttım ve yarım saat kadar suda kaldım. İlk 10 dakika pek hareket edemedim, ama sonraki 20 dakika çok keyifliydi.
Uzun kış aylarından tüm intikamımı aldım.
Mart ayında denize girip eğlenebilmek için altın kural bu fotoğrafın ayrıntılarında gizlidir....
Leros'ta sukunet ve kan...
Leros'un doğu kıyılarındaki Pandeli Koyu'nda küçük bir balıkçı barınağı var. Bu oldukça sığ mendirekte yaz aylarında 15 civarında yelkenli motoryat tıkış tıkış kıçtan kara olup geceleyebilirler. Sert havalarda tek sorun, manevra yerinin darlığı nedeniyle kıyı tarafındaki kumsala oturmadan demir atıp, rüzgarla sürüklenmeden mendireğe yanaşabilmektedir.
3 saatlik sakin bir motor seyrinden sonra Pandeli'ye geldiğimizde mendireğin arkasında sadece aborda olmuş balıkçı tekneleri vardı. Onların ucunda bir yer bulup biz de rahatça yanaştık. Akşama doğru gelen bir İngiliz yelkenli dışında tüm koy bize aitti.
O kadar sakindi ki, Pandeli'deki meşhur Zorbas Taverna dahil tüm restoranlar ve evlerin kepenkleri de kapalıydı. Tabiatıyla barınakta elektrik ve su almak için de bir görevli de bulunmuyordu.
Pandeli'nin mendireği pek az Yunan limanında bulabileceğiniz kadar temizdir. Zaten yazın, bir ucu da şemsiyeli, şezlonglu plaj olarak kullanılır.
Bizim doktorlar tabi bu sakin limanın keyfini biraz da su altında çıkarmaya karar verdiler ve bir anda baktım ki, ekip denizde.
İşte ne olduysa o ani denize girme kararıyla oldu. Bizimkiler teker teker çıkarken bir de baktım, birinin biraz surat asık.
"Ne oldu?" dedim ve o esnada merdivende hala suyun içinde bulunan ayağından denize hızla yayılmakta olan kırmızı gölgeyi gördüm.
Bizimki çıktı, kan neredeyse ayağının küçük parmağı dolaylarından fışkırıyor.
3 doktor arkadaş birbirlerine "Sende dikiş takımı var mı? Kardeşim insan bi set atmaz mı? Ne yapıcaz şimdi bunu?" söyleniyorlar.
Yarayı şöyle hafifçe aralayınca, içerden beyaz kemik görünüyor... Kaldık bizim teknenin sağlık setine, biraz batikon, sonra temiz bir sargı... Neyse kanı kestiler.
Tabi, sargıyı kalp cerrahı sarınca daha bir fiyakalı oluyor... 48 saat sonra ilk pansuman için açılana kadar, denize gir çık, hopla zıpla, bizimkilerin yaptığı sargı bana mısın demedi...
Neyse bu talihsiz kazanın verdiği hüzünle bir şişe daha açıldı. Sonra sohbet muhabbet unuttuk, gitti.
Akşam planımız Pandeli'nin kuzeyindeki koyda (Alinda) meşhur Milos Taverna'ya gitmek ve cerrah arkadaşlarımızdan birinin doğum gününü orada kutlamak. Elimizdeki telefonlardan (medeniyet) internete girdik. Milos'un telefonunu bulduk, açık olup olmadığını kontrol ettik. Açıkmış, yani bir süper haber daha...
Milos ve Takis...
Milos "değirmen" anlamına geliyor. Gerçekten olağanüstü lezzetteki yemekleri olan Milos Taverna'nın hemen önünde, denizin içinde bir yel değirmeni var ki, o da Leros Adası'nın simgesi denecek kadar ünlüdür.
Takis de, Milos Taverna'nın babacan sahibi. Türkleri pek sever, zira diğer turistler "bira patates kızartması" formülünü ararken, bizimkiler "onu da getir, bunu da getir, şunu da getir" havasındadırlar.
Teknemizi bağladığımız mendireğin taş duvarlarında bir taksi numarası vardı oradan bir araba çağırdık akşam 19.30 gibi günün son ışıkları gökyüzünde kaybolurken Milos'a vardık.
Milos kışın kapalıymış, "artık havalar ısınır" deyip, henüz 3 gün önce açmışlar. içerde 3-5 masa doluydu. Biz fırtına turizm yolcuları olarak, soğuğa aldırmayıp önce terasta oturduk.
Mezelerle birlikte Takis'de geldi. Biraz sohbet ettikten sonra dedim ki, "Bak arkadaşımızın doğum günü, artık bu kez senin meşhur ıstakozlu makarnandan tadalım."
Tadalım da, bakalım ıstakoz var mı? Takis hemen Leros'un merkezi Lakki'deki balıkçısını aradı, şansımıza 2 küçük böcek varmış. "Tamam 20 dakikaya böcekler bizde istediğiniz zaman yaparız" dedi. Biz de rahatladık, Meze ve Plomari keyfine başladık.
Yunan adalarında hangi tavernaya giderseniz gidin, güzel ve standart şeyler bulabilirsiniz. Örneğin ahtapot ızgara, minik kanal karidesi, kalamar tava, tuzlanmış sardalye, kızartma feta peyniri gibi... Milos'un farkı, ev yapımı pek başka yerde bulamayacağınız özel mezeleridir. Örneğin Türkiye'de pek az yerde bulabileceğiniz kadar güzel tarama yapar, kolyos ya da uskumrudan ançuez yapar, özel bir humusu vardır ve de çok kalabalık dönemler hariç her zaman şahane deniz kestanesi salatası bulabilirsiniz.
Biz de anlayacağınız yedik içtik... Bir ara Takis de sohbetimize katıldı. Samimiyetle "Geçen yıl bizi Türk denizciler kurtardı, inşallah bu yıl da devam eder" demeyi de ihmal etmedi.
"10 Euro'luk Go...!"
Milos açılmış ama henüz banka bağlantısı pek işlemiyordu. Biraz abarttığımız için hesap da Yunan Adalarına göre aşırı yüksek idi (200 Euro) kredi kartları çalışmayınca cebimizdeki tüm paraları üst üste koyup verdik ve kendimizi taksiye attık.
Taksiye binerken Milos'un garsonlarından biri koştu, pencereden bir 10 Euro verdi, bunu da arkadaşa verirsiniz diye... Artık gecenin o saatinde Yunan - Türk herkes karışmış. Taksi şoförüne "10 Euroluk git sonra biz yürüyeceğiz" demişiz. Adam bizi güle oynaya teknemize kadar getirdi. Küçük gezimizin son gecesini de böylece bitirdik....
Ve son gün, yani hüzünlü gün: Dönüyoruz...
Yolculuğumuzun üçüncü günü hava yine 0, deniz bu kez gerçekten tahta gibi. Keşişlemeden gelen hafif bir çırpıntı var. Yolu biraz uzattık ama, bari iyice lacivert atlas seyri yapalım diye Kalimnos'un batı kıyısından dolaşarak geri döndük. Kabaca 45 mil yol. Özellikle Kalimnos'un batı kıyılarındaki 9 millik seyir sahiden pürüzsüzdü. Sonra hiç uğramadığımız Kos yolundaki minik ada Pserimos'a bir girdik. Limanında "Rüzgarın Köyü'ne Hoş Geldiniz" diye bir tabela olan Pserimos'un bile küçük koyunda deniz kıpırtısızdı.
Yazın 135 kişi yaşayan adada kışın anlaşılan ancak 35 kişi vardı. Karaya çıkıp bir kafenin çardağında yarım saat oturunca ada sakinlerinin önemli bir kısmı ile de tanışmış olduk.
"Bu ıssızlık da fazla" diye hızla kayığımıza dönüp, ilk göz ağrımız Kos'un yolunu tuttuk. Yolculuğumuzun 20 millik son etabı çok hızlı geçti. Kos'taki son yemeğimizi de hızla atıştırdıktan sonra Bodrum yoluna koyulduk. En zorlu iş olan bavulları hazırlamaya giriştik.
Hayat çok acımasız. Kos'taki daimi tavernamız Kalymnos'tan ev sahibemizin bize ikram ettiği son çipuraları yuvarladıktan 4 saat sonra uçaktaki koltuklarımıza oturmuş İstanbul'a doğru acılar içinde uçuyorduk.
Acı...
Bu acı, yolcuğumuzun son 2 gününde azgınca kavuran güneş nedeniyle hepimizin suratlarının ve ellerimizin 3'üncü derece yanmış olmasından.
Anlayacağınız, bizim doktor ekip yine sınıfta kaldı:
İnsan bir güneş kremi almaz mı?
Comentarios