Kekova Kaleköy - Simena....
Her fırsatta ‘dünyanın 7 harikası’ anlatılır. Mavi yolculukların da hala karayolu ulaşımı olmayan ya da denizden ulaşımı bir başka güzel olan 7 harikası var. Ülkemizde 1950’lerde Halikarnas Balıkçısı ile başlayan mavi yolculuk kültürü, bir tatil ya da doğa gezisinin ötesinde Ege ve Akdeniz’in tarih ve kültür sırlarını keşfetme macerasıydı. O günlerde yol bile olmayan antik ören yerlerinin pek çoğuna şimdi araba ile konforlu karayolu seyahatleri yapılabilir. Ama bazıları, gizemli tarih koridorlarını hala sadece denizcilere açmakta... İşte, Batı Anadolu’da 5 bin yıllık ‘kısa’ bir tarih turu ve sadece denizcilere özel kalan 7 Ege-Akdeniz tarih harikası...
Eğer bir arkeolog değilseniz ya da arkeolojiye özel bir ilginiz yoksa muhtemelen ‘Bin Bey’i duymamışsınızdır. ‘Bin Bey’, Ege ve Akdeniz kıyılarımızda hala yaşlı nüfus arasında tebessümle anılan bir İngiliz akademisyen. Uzmanlık alanı Ege klasik dönem arkeolojisi. Asıl ismi George Ewart Bean. 1944-1971 yılları arasında köy köy, denizlerimizi, dağlarımızı, ovalarımızı gezmiş, o güne kadar define bölgesi olarak bilinen pek çok antik ören yerinin tarihsel miras envanterimize işlenmesini sağlamış. 1965 yılında İstanbul Üniversitesi tarafından onursal profesörlük unvanı verilmiş.
Boyu iki metreye yakın (1.98 deniyor), sarışın, yeşil gözlü ilk yıllarında kırık dökük Türkçe konuşan bir adam. O yıllarda yol yok. Kentlere kadar otobüs, sonra katır sırtında, yürüye yürüye, dağ bayır Anadolu’yu karış karış gezmiş. Meslektaşları, o mahrumiyet yıllarında yaşadığı zorluklardan şikayet ettiğini pek duymamış. Sadece, ara sıra boyu biraz fazla uzun olduğundan otobüsün sadece en arka sırasında ayaklarını boşluğa denk getirerek yolculuk yapabildiğinden hayıflanırmış. Tek ciddi derdi de köylerde kendi boyuna göre uyuyacak yatak bulamamakmış. Ama bundan da pek şikayet etmezmiş. Ege’nin yaşlılarının “Haa, Bin Bey mi, çok severdik, bize sık sık uğrardı” diye onu hala hatırlamalarının nedeni, gezilerinde bir antik kalıntı istihbaratı aldığında kaymakama, jandarmaya gidip sormak yerine dosdoğru köy kahvesine gidip, köylülerle “Hasat nasıl, bu yıl yağmur var mı” gibi sorularla başlayıp saatlerce sohbet ettikten sonra arkeolojik kalıntılar meselesine lafı getirmesiymiş.Laf bu noktaya geldiğinde köylüler de anlatırmış, “Bakın Bin Bey, köyümüzün kuzeyinde Eskidağ’a doğru giderken Çömlektepe diye bir yer vardır. Orada... Haydi gelin size gösterelim... Eski çağlardan kalma çok eser olduğunu dedelerimizden duyduyduk...”
Anlayacağınız Mr. Bean o yollarda tatlı dil ve hoş sohbetiyle Türkiye arkeolojisine pek çok höyük, antik kent, anıt mezar kaydetmiş.
Mavi kıyılarımızın klasik dönem (Roma öncesi) arkeolojik envanterine ilişkin bugün bile en kapsamlı çalışma ‘Bin Bey’ diye anılan George E. Bean’in 4 ciltlik eseridir.
Yol yoksa deniz var...
Cambridge Üniversitesi mazunu ‘Bin Bey’in dağ taş, karış karış Ege ve Akdeniz’in gizli tarihi mirasını yürüye yürüye keşfetmeye başladığı yıllarda, bir diğer tarih ve kültür mirası macerasını da Oxford Üniversitesi yakın çağlar tarihi mezunu Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) denizden başlatıyor.Cevat Şakir o günlerde 55 yaşındadır. Sürgün sonrası yerleştiği Bodrum’da yaşamaktadır. Akdeniz’in insanları birleştiren ortak kültürü üzerine çalışmaktadır. Yakın dostu Balıkçı Paluko ile birlikte 3-4 yıldır Yatağan isimli 6 metrelik kayığı ile karış karış Gökova’yı dolaşmaktadır.
İşte bu Gökova gezileri sırasında, karayolu ile ulaşımı çok güç olan Akdeniz ve Ege kıyıları antik yerleşim bölgelerini seçkin bir bilim insanları grubu ile denizden dolaşma düşüncesi Cevat Şakir’in zihninde olgunlaşır.
Sonradan ekibin değişmez üyeleri arasında yer alacak Eyüboğlu kardeşler ile ilk mavi yolculuk, (farklı kaynaklara göre) Karakuş ya da Macera isimli tekne ile, 1945 ya da 1946 yılında. Sonra bir kısa ara var, ama 50’lere adım atarken düzenli yolculuklar başlıyor.
İlk mavi yolcular yiyorlar, içiyorlar, doğayı dinliyorlar, denize giriyorlar, balık avlıyorlar... Ama bunların ötesinde deniz yaşamlarının vazgeçilmez bir ekseni daha var. O da Ege ve Akdeniz uygarlıklarını incelemek. Bazen bir arkeolojik alanda rölyefleri, frizleri, sütun başlarını inceleyerek, bazen bir köy kahvesinde sözlü kültürün izini sürerek.
Bazen aç kalıyorlar, bazen beklenmedik tehlikeler atlatıyorlar. Konu sadece imkanları sıırlı bir tekne ile azgın dalgalarla boğuşmak değil. Bir de denize meydan okuyan bir tarih aşkı var. Örneğin Azra Erhat bir yazısında, Patara’nın doğu ucunda kumsalda alargada kalıp yüzerek Letoon antik kentine gittikten sonra dönerken iki arkadaşlarının akıntı ve kum kayması nedeniyle boğulma tehlikesi atlattığını anlatıyor.
Yıl: 2016...
Cevat Şakir, İlhan Akşit, Azra Erhat, Mina Urgan gibi Ege ve Akdeniz kıyılarını, mavi yolculuklar ile keşfeden, araştıran, eserleriyle gelecek kuşaklara aktaran bilim ve edebiyat insanları o yıllarda Truva’dan Assos’a, Bergama’ya, Efes, Didim, Kedrai, Knidos, Loryma, Kaunos, Telmessos, Xanthos, Simena, Olympos’a kadar kıyılarımızdaki tüm antik yerleşimleri defalarca bir uçtan diğerine denizden dolaştılar.
Sonra asfalt yollar yapılmaya başlandı. Tüm ören yerlerine rahat karayolu bağlantıları sağlandı. Ve tarihi miras endeksli mavi yolculuklar da bir nevi tarih oldu.
Bugün, cruise gemileriyle Kuşadası’na gelen turistler Efes’e ve Meryem Ana’yatur otobüsleriyle gidiyorlar da, hangi mavi gezgin Bodrum’dan çıkıp rüzgara, dalgaya karşı gidip, Efes’i ziyaret etmeyi planlar. Zaten bugünün denizcileri çocukluklarından itibaren 3-5 kez karayolundan Efes’e uğramış oluyorlar.
Dolayısıyla şunu kabul etmek lazım; Bugünün mavi gezilerinde tarihi-kültürel miras bir ana motif olmaktan tamamen çıkmış durumda.
Ama yine de...
İnsan onca denizler dolaşmış olsa da, Bedri Rahmi Koyu’nda ya da Kaş’ta Limanağzı (Bayındır) Koyu’nda kayalıklardaki Likya kaya mezarlarının altında demirlediğinde; Knidos’ta amfi tiyatroya karşı uyuduğunda; koskoca Gökova’yı gezip Sedir Adası limanına demir attığında; Rodos Boğazı’nın ürpertici rüzgarı ve dalgaları arasında Marmaris Körfezi’ne girip Bozukkale’nin güven veren sularına adım attığında; Kekova’nın ya da Gemile Adası’nın batık şehirlerini dolaşıp denizin ortasındaki bir koca lahitin az ötesine demirlediğinde kendini farklı hissediyor.
Binlerce yıl önceden, sanki dün tornadan çıkmışçasına keskin hatlarını koruyan kaya anıtlara karşı bir gün batımı insanı günlük gailelerden uzaklaştırıyor.
Elektronik oyuncaklara, akıllı telefon ve tabletlere inat... İnsan böyle anlarda, mavi gezilerde başka bir boyuta geçiyor. İster istemez bu kıyılarda yüzyıllarca önce yaşayanları; limanları, kıyı kentlerini, tapınakları inşa edenleri düşünmeye başlıyor, bir hayal dünyasına savruluyor.
Huzur buluyor...
Oysa bugün ‘İstanbul’dan Göcek’e bir tekne indirmek’ olarak tanımlayabileceğimiz o kıyılar, antik yıllarda hiç de huzurlu ve kolay değil.
Binlerce yıllık film gibi bir öykü
‘İstanbul’dan tekne indirmek’ dedik, gelin kuzey kıyılardan başlayalım...
Çanakkale yakınlarındaki Truva (Troia), Alman amatör arkeolog Schilemann tarafından tesadüfen bulundu ve sonraki 2 yüzyılboyunca süren kazılarda, 2500 yıllık bir uygarlık tarihi, 33 farklı yerleşim katmanı ve buna bağlı 13 tarihsel dönem saptandı. Homeros’un İlyada eserinde anlattığı ve son olarak Brad Pitt’in başrolünü oynadığı ‘Truvalı Helen’ filmine konu olan meşhur savaş,8’inci uygarlık dönemindedir. Akhilleus ile Hector’un karşı karşıya geldiği, ünlü tahta at ile Truva’nın işgal edildiği ve kentin Akalar (İyonlar) tarafından yıkıldığı tarih MÖ 1184 olarak kabul edilir.
İyonlar bu savaşın ardından İzmir’den Güllük Körfezi’ne kadar uzanan topraklarda yerel halkla da karışarak çok sayıda şehir devleti kurdu. Foça-Phokaia, Urla-Klazomenai- Ildırı-Erythrai... Ama en ünlüsü şüphesiz Efes-Ephesus... Bir dönem 12 İyon kentinin oluşturduğu birlik ile bir kıtasal güç haline gelme teşebbüsünde bulunan İyonların en büyük korkusu Doğu kavimlerinin saldırılarına karşı korunmaktı. Ekrem Akurgal ve pek çok klasik dönem kültür tarihçisi bu nedenle o çağlarda kentlerin tamamına yakınının deniz kenarında yarımadalar üzerine kurulduğunu belirtir.
Oysa,bugün bakıyoruz Truva, Bergama, Efes, Miletos denizden 10-15 km. içerde. Bunun nedeni de tıpkı bugünkü gibi (Kanal İstanbul projesini gözünüzün önüne getirin) insanoğlu...
İsrailli arkeolog Jak Yakar ‘Anadolu’nun Etnoarkeolojisi’ isimli kitabında MÖ 9000 yılında Anadolu’nun Samos, Sakız ve hatta Midilli adalarının da anakaraya bağlı olduğu dev bir yarımada olduğunu anlatıyor. Son buzul çağının nihayetinde sular yükseliyor ve Ege Adaları meydana geliyor, Batı Anadolu’da derin körfezler oluşuyor. O devirde Anadolu kıyıları kesif ormanlarla kaplı. MÖ 1000 – MÖ 500 tarihleri arasında iki gelişme var. Birincisi yavaş yavaş sanayi ortaya çıkmaya başlıyor. Yani ağaçlar kesiliyor yakılıyor. Ateş ile metal aletler üretiliyor.
İkincisi,mesela İyonların korktuğu başlarına geliyor, dev bir doğu kavimi yani Pers Krallığı tüm Anadolu’yu işgal ediyor. ‘300 Spartalı’ filminden gözünüzde canlandıracağınız çok büyük bir donanma inşa edip Atina devletlerini ve Peleponez Yarımadası’nı işgale çalışıyorlar. Sadece Pers donanması değil, o dönemde yaklaşık bin yıl boyunca tüm ticaret filoları ve Anadolu uygarlıklarının askeri donanmaları da Batı Anadolu kıyılarının ağaçları ile yapılıyor. Ağaçsız kalan kıyılarımızda büyük bir erozyon başlıyor. Truva’da Karamenderes, Bergama’dan İassos’a kadar tüm kıyılarda , Bakırçay, Gediz, Büyük-Küçük Menderes nehirleri körfezlere alüvyon taşıyor. Deniz doluyor, kentler karanın iç kesimlerinde kalıyor.
Efsaneler, efsaneler...
Anadolu’da Pers işgalinin öyküsü daha çok MÖ 500’de başlayıp 50 yıl süren Atina ve Sparta savaşlarıyla bilinir. Yunan Yarımadası’nı işgale soyunan Darius’un oğlu I. Serhas’ın (Xerxes) 5 milyon kişilik bir orduyu yönettiği ve bu ordunun Anadolu’dan Trakya’ya geçerken yoldaki dereleri bile kuruttuğu anlatılır.
Oysa en azından ‘300 Spartalı’ filmine konu olan Leonidas’ın direnişi kadar görkemli bir efsane de Xanthos’da (dini merkez Patara’nın kuzeybatısındaki Likya başkenti) yaşanmıştır. Likya uygarlığı, İyonlar ve Karyalılara göre çok daha savaşçı ve gözüpek bilinir. MÖ 600 yılında Persler Xanthos’un kapısına dayandığında, ezici bir askeri güç ile karşı karşıya kaldıklarını gören şehir meclisi, kentin farklı mahallelerinden 80 aileyi seçmiş, soylarının devamı için iç Anadolu’ya kaçırmıştır.
Xanthos son ferdine kadar Pers ordusuna direnmiştir. Çarpışmalardan geride kalan az sayıdaki askeri birlik tüm Likyalıları kent merkezindeki binalarda toplar ve Perslere esir düşmektense binaları ateşe verip hayatlarına son verirler.
Persler, 2 yüzyıl sonra Büyük İskender’in Makedonya ordusu tarafından Anadolu’dan atılır. Büyük İskender,Aiol, İyon, Dor, Karya, Likya halklarının kendi kent devletlerini yeniden kurmalarına izin verir ve önce Pers krallığını işgale, ardından da Mısır ve Hindistan’a kadar uzanan ve kendi ölümüyle sonuçlanan büyük seferine çıkar.Bu arada Perslerden kaçırılan 80 aile Xanthos’a geri döner ve kentlerini yeniden inşa eder...
Bir koyda demirleyip Likya döneminden kalan kral mezarlarını ve taş lahitleri incelerken tüm bu öyküler insanın aklına gelir gider.
Uzun süre aklıma bu mezar odalarının neden bu kadar küçük inşa edildiği sorusu takılmıştı. Sonradan ‘Yüzüklerin Efendisi’ filmlerindeki cüce madencileri andıran bu heykellerin son derece gerçekçi tasvirler olduğunu öğrendim. O dönemlerde 1.55 m. boyundaki insanlara uzun dendiğini; yarı tanrısal güçlere sahip olduğuna inanılan Pers Kralı Xerxes’in boyunun sadece 1.60 olduğunu, Roma İmparatoru Jül Sezar’ın ise 1.5 metrelik boyu ile halk arasında ‘cüce kral’ olarak anıldığını çeşitli kaynaklarda okuyabilirsiniz.
Anadolu’da Roma izleri
Kıyılarımızdaki tarih mirasının hala korunmuş önemli bir bölümü Roma ve sonra da Bizans dönemlerinden kalmıştır.
Ama Batı Anadolu, Romalılar için hiçbir zaman kolay bir lokma olmamıştır. Ege’deki eski şehir devletleri sürekli Romalılarla anlaşma imzalayıp o anlaşmalara ihanet etmişler, Roma sürekli ordular yollayıp bu şehirleri hizaya sokma çabası içine girmiştir. Bunların en simgesel olanı da Tarsus’a gidip Kleopatra ile güç birliği anlaşması imzalayan, sonra da büyük bir aşk yaşayan Antonius’un, geçerken Bergama’yı (Pergamon) diğer şehirlere örnek olsun diye yakıp yıktığı seferdir.
O tarihte Ege’nin entellektüel olarak en gelişmiş merkezlerinden biri olan Pergamon’da dünyanın en büyük kütüphanelerinden biri varmış. Bir de çok okuyan ve sık sık isyan eden bir kent halkı.
Pergamon o kadar çok baş ağrısı yaratmış ki, Roma doğu birlikleri komutanı Antonius bu halkı cezalandırmak için o günlerdeki örf ve adetleri bir yana bırakıp, kutsal alanları, tapınakları, idari binaları tüm kenti yakıp yıkmış. Sadece kütüphaneye dokunmamış, ama kitapları da önce Roma’ya taşıtmış sonra da Kleopatra’ya hediye etmiş.
Kleopatra ile Antonius’un aşkının Ege kıyılarındaki öyküleri müthiştir. Bildiğiniz gibi kıyılarımızda nerede sakin, berrak, güzel kumlu bir koy varsa Kleopatra Plajı ya da Koyu olarak anılır. Bunların en ilginci de muhakkak ki Gökova’daki Sedir Adası’dır (Kedrai). Rivayete göre Antonius, Kleopatra denize girerken mutlu olsun diye bu plajdaki kumları Mısır’dan gemilerle getirtmiştir.
Bizans’ın, yani Doğu Roma İmparatorluğu’nun Ege kıyılarımızdaki hükmü 1500 yıla yakın sürüyor. Savaşlar, işgaller ile dolu asırlar. Efes’ten Iassos’a, Halikarnas’tan Knidos’a, Bozukkale’den Kaunos’a tüm kıyılarımızda Bizans izleri var.
Belki de en etkileyicilerinden biri Fethiye’nin açıklarındaki Gemile Adası. Noel Baba’nın (St. Nicholaus) da bir müddet yaşadığı rivayet edilen bu küçücük adada neden 5 tane büyükçe kilise, oldukça donanımlı bir hastahane kompleksi bulunduğunu ilk gördüğüm anda merak etmiştim. Meğer bu ada 11’inci yüzyıla damga vuran Haçlı Seferleri sırasında Ortadoğu’ya deniz yoluyla ulaşan askerlerin son konaklama noktası imiş.
Uygarlıklar geçidi
Ege ve Akdeniz kıyılarımızın tarih yaprakları bitecek gibi değil. Nasıl bitsin?
Bu kıyılar 5000 yıl boyunca insanlığın en hareketli coğrafyalarından biri... Hattiler, Hititler(Arzawa), Mikenler, Frigler, Lidyalılar, Karyalılar, Likyalılar, Pamfilya uygarlıkları; Kuzey kavimlerinin, yani Akalar’ınkıyılara yayılması, Aiol, İyon, Dor kıyı şehir devletleri; bu coğrafyanın tamamına yayılan Pers, Makedon ve Roma hakimiyeti, İç Anadolu’danSelçukluların denizlere ulaşma çabaları, Menteşoğulları dönemi ve nihayet Osmanlı hakimiyeti...
Yüzyıllar boyunca bu kıyılarda coğrafya da değişiyor, iktidarlar da, insanlar da... Kavimler birbirleriyle kaynaşıyor, uygarlıklar her kentte kendi kültürel izlerini bırakıyor.
Mavi gezilerimizde bu izleri takip etmek, şifreleri çözmeye çalışmak eskiden olduğu gibi bugün de keyifli ve öğretici...
--------------------------------
Halikarnas Balıkçısı ve 6’ıncı kıta...
Bazen, tekrar tekrar Cevat Şakir’in güçlü Akdeniz kültürü betimlemelerini okuyorum. Bu denemeler, savaşlar, katliamlar, yangınlar, doğanın dengelerini alt üst etme öyküleriyle dolu resmi tarihten çok daha sıcak geliyor.
İşte birkaç satırda Balıkçı’nın ‘Akdeniz’i:
“Yüksek ve mağrur tüm dağ ve uçurumlarıyla Akdeniz’e, usta bir sanatçının elinden çıkmış bir sanat yapıtı denebilir. Akdeniz’le kıyı öylesine birbirine girmiştir ki, karanın nerede bitip denizin nerede başladığı kolay anlaşılmaz... Akdenizlilerin karakteri‘hayır’dan çok ‘evet’ demeye yatkındır. ‘Evet’ demek o kadar kolaydır ki... Oysa ‘hayır’ deyince bir sıkıntı duyulur... Akdeniz yöresi, bir coğrafi terimde birleşen Asya, Afrika ve Avrupa’nın her birinden daha gerçekçi bir kimliğe sahiptir. Coğrafyacılar beş kıta sayıyorlar. Ben size diyorum ki, Akdeniz bu kıtaların altıncısı, hatta birincisidir!”
-----------------------------------
Bir kaç okuma önerisi...
Arkeologlar cephesinden 3 temel kaynak:Ege ve Akdeniz kıyılarına yayılmışAnadolu uygarlıklarını popüler bilim penceresinden incelemek isteyenler için üç temel kaynak önerebilirim...
· Bunların birincisi Roma ve Yunan uygarlıklarını irdeleyen Klasik Arkeoloji alanında Prof.George E. Bean’in sadece Anadolu kıyılarına odaklanan 4 ciltlik eseri: ‘Türkiye’nin Ege Kıyıları, Türkiye: Menderes’in Ötesi, Likya Türkiyesi ve Türkiye’nin Akdeniz Kıyıları.’ (1995-2000 yılları arasında Arion Kitapevi tarafından basılmış bu eserlerin baskısı tükenmiş durumda, ancak sahaflarda bulunabiliyor.)
· İkincisi G.E. Bean ile birlikte coğrafyamızın tarihine dair ikinci klasik eser.Ordinaryus Prof. Dr. Ekrem Akurgal’ın son derece akıcı bir dille, 5 bin yıllık karmaşık bir tarihi çok net özetlediği ‘Anadolu Kültür Tarihi’ isimli başyapıtı. TÜBİTAK Yayınları. (Bendeki kopyası 2008 yılındaki 20’inci baskısı.)
· Üçüncüsü biraz daha farklı ve yeni bir çalışma, dolayısıyla Bean ve Akurgal sonrası bulgulara ve tezlere de yer veriyor. İsrailli arkeolog Prof. Dr.Jak Yakar’ın‘Anadolu’nun Etnoarkeolojisi: Tunç ve Demir Çağlarında Kırsal Kesimin Sosyo-Ekonomik Yapısı’. 2008 yılında Homer Kitapevi tarafından Türkçesi basılan bu çalışma MÖ 3300 – MS 400’lere, yani Roma’dan Bizans’a geçişe kadarki dönemi inceliyor. Diğer temel yapıtlardan farklı olarak Anadolu’nun, hatta biraz daha ilgi alanımıza dönecek olursak Ege ve Akdeniz kıyılarının yerel nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Yörükler, Türkmenler, Tahtacılar’ın kökenlerini, bu bölgedeki köy ekonomisi, aşiret yapısı, aile bağlarının tarihine ışık tutuyor.
Mavi Yolculuk yazarlarımızdan 3 temel kaynak: ‘Halikarnas Balıkçısı’ Cevat Şakir Kabaağaçlı ve bu geleneği izleyerek mavi gezileri bir kültür ve tarih aydınlanmasına dönüştüren araştırmacılar-yazarlar...
· Elbette ilk sırada Cevat Şakir geliyor. Cevat Şakir’in romanları, denemeleri, Bilgi Yayınları’nda bütün eserleri dizisinde 22 cilt olarak yayınlandı. Meraklısı tümünü okur ve yeni ufuklar kazanır. Ancak üstadın Anadolu, Ege ve Akdeniz uygarlıkları hakkındaki düşüncelerini, bulgularını ve tüm dünyada ufuk açıcı bulunan temel tezlerini öğrenmek için en iyi kaynak dizinin 9’uncu kitabı olarak Şadan Gökovalı tarafından derlenen ‘Altıncı Kıta Akdeniz’ isimli makaleler derlemesidir. Özellikle bu kitapta yer alan ve Balıkçı’nın bu sularda yaşayanlara, gezenlere son ‘Merhaba’sı olarak nitelendirilebilecek ‘Akdeniz’in Ebedi Gençliği’ makalesi 34 sayfada bin yıllara yayılan bir kültür sentezini yansıtan coşkusuyla tüm dünyada yankı yaratmıştır.
· Balıkçı’nın can yoldaşı,DTCF Klasik Filoloji Bölümü’nden Doç.Dr. Azra Erhat’ın yazıları da mavi yolculuğun ruhu, yaşam biçimi, kıyılarımızın tarih ve kültür mirası açılarından bir temel başvuru kaynağıdır. Azra Erhat’ın 1957 ve 1962 yıllarında kaleme aldığı ‘Mavi Anadolu’ ve ‘Mavi Yolculuk’ isimli kitapları hem akıcı bir dille ören yerlerinde sürdürülmekte olan arkeolojik çalışmaları, hem Ege ve Akdeniz uygarlıklarına ilişkin tarihi bilgi ve efsaneleri bulabileceğiniz en derli toplu eserlerdir.
Gürol Sözen... Mavi Uygarlık... Harika fotoğraflarla zenginleştirilmiş bir modern yolculuk destanı... Sanat tarihçisi ve gazeteci Gürol Sözen Anadolu'nun bir ucundan diğerine koca bir coğrafyayı, mavi yolculuklarını sizin de o denizi, doğayı ve tarihi mirası yaşamanızı sağlayacak kadar ustalıkla 418 sayfalık bu büyük boy kitabın içine sığdırmış.
· Ve son olarak Arkeolog İlhan Akşit’in ‘Mavi Cennet’ isimli mavi gezi, arkeoloj ve tarih çalışması. İlhan Akşit,DTCF’den mezun olduktan sonra katıldığı Afrodisyas kazısındaki çalışmalarının ardından 1968-76 yılları arasında Çanakkale-Truva Müzesi Müdürlüğü yaptı. Ardından da, önce 5 yıl süre ile Assos Apollon Tapınağı kazı başkanlığına, sonra Bodrum Sualtı Müzesi Müdürlüğü ve TBMM Milli Saraylar Müdürlüğü görevlerine atandı. Bir pilotaj kitabı değildir, ama mavi yolculuk kültürü için temelkaynaklarından biridir.
------------------------
Mavi Tarih Duraklarımız
Truva’dan, Knidos’a, Loryma’dan Olimpos’a Faselis’e Ege ve Akdeniz kıyılarımızda tarihin ve Anadolu kültürünün izini sürebileceğimiz belki yüze yakın görkemli antik şehir, yerleşke var. Bu antik kültür mirasının çok büyük bir bölümüne geçtiğimiz 50 yıl içinde karayolu ulaşımı sağlandı.
Ama hala sadece denizden ulaşabildiğimiz bazı ören yerleri var. Ve özellikle deniz ulaşımıyla girilmesi heyecan verici antik limanlarımız. İşte, Bodrum’dan Kekova’ya kadar uzanan kıyılarımızda mavi gezilerin 7 antik starı...
1- Sedir Adası- Kedrai: Gökova’nın doğu ucunda, limanın az dışında, MÖ 6’ıncı yüzyıldan itibaren Karya Krallarının yazlık olarak kullandıkları kompakt bir yerleşke. Bundan 60-70 yıl önce Cevat Şakir ve yoldaşı ilk mavi yolcular tarafından keşfedilene kadar yerel balıkçıların define adası konumundaymış. Kısa süre önce limanına bir bekçi kondu, yürüyüş yolları yapıldı, modern bir ören yeri olarak turizme açıldı. Karya döneminden kalma onlarca antik anıtın yanısıra, taş sıraları arasından zeytin ağaçlarının süslediği amfi tiyatrosu gerçekten görkemlidir. Ama asıl şöhretli noktası, adanın poyraz istikametindeki Kleopatra Plajı’dır. Bu plajı oluşturan eşine az rastlanır kumun ada dışına çıkarılması yasaktır. Mavi gezi tekneleri adanın tüm rüzgarlara korunaklı ana limanında alargada gecelerler. İskelesini günlük gezi tekneleri kullanır. Akşam yanaşmaya da izin verilmez. Adanın çevresinde tehlikeli kayalıklar vardır. Yaklaşırken, ayrılırken dikkat edilmesi gerekir.
2- Knidos: DzKK’nın 1995 tarihli bir yayınında Ege ve Akdeniz’de 64 antik liman kayda geçirilmiş. Bunlardan sadece ikisi halen aktif olarak denizciler tarafından kullanılıyor. Biri artık Bodrum’un sayılabilecek Karya kenti Iassos’un limanı. İkincisi de zorlu bir karayolu ulaşımı da bulunan Knidos. Ama yol öyle zorlu ki, Knidos’u ziyaret edenlerin büyük çoğunluğu denizden gelir.
Zaten, en önemli Dor yerleşim merkezlerinden biri olan Knidos’un antik limanına deniz yolundan girmenin ihtişamı hiçbir tarihi mekanın ziyaretine benzemez. Gökova ile Hisarönü arasında klasik bir mavi gezi durağıdır. Amfi tiyatroyu seyrederek yüzebileceğiniz denizi, mavi yolculuk kıyılarımızın en güzellerinden biridir. Kıyısında kaliteli bir restoran vardır. Antik ticari limanda dubalarla inşa edilmiş iskelesi güney rüzgarları hariç her havaya limandır.
Knidos, antik çağların Güneybatı Anadolu’daki en önemli kültür merkezlerinden biriydi. İlk kent Datça’nın kuzeyinde kuruludur. Pers istilası tehdidi yaklaşınca Knidoslular yarımadanın ucunda bugün antik kentin bulunduğu yere yerleşti. Hatta savunmayı güçlendirmek üzere asıl kent yerleşimini Deveboynu Adası’na kurdular, bu ada ile anakara arasını biraz doldurup, araya da açılır köprü yaptılar. Böylelikle iki korunaklı limanları da oldu. Kuzey limanı askeri, güney limanı ticari gemilere ayrıldı. Anakaradaki 5 bin kişilik amfi tiyatronun çevresinde Korint, Afrodit ve Apollon tapınakları hala görülebilir.
Geçmişte bunların en önemlisi ortasında çıplak bir heykelinin yer aldığı Afrodit Tapınağı idi. Bu heykeli görmek için antik tarihte ilk turizm seferlerinin düzenlendiği iddia edilir. Bu Afrodit heykeli Atinalı heykeltraş Praksiteles tarafından yapılan iki Afrodit heykelinden biridir. Rivayete göre giyinik olanı Kos tarafından alınmıştır. Çıplak olanını ise Knidos’lular almış. Uluslararası kültürde ilk çıplak kadın heykeli olduğu ifade edilir. Aslı kayıptır. Roma döneminde yapılan kopyalarından İsveç Göteburg ve Rusya Puşkin müzelerinde örnekleri sergilenmektedir.
3- Bozukkale-Loryma: Bozburun Yarımadası’nın en ucunda, Rodos Kanalı’nın iri dalgaları arasında güçlükle ulaşılan, güvenilir bir antik liman.Yerel halkın ‘Bozuk Liman’ dediği Bozukkale’nin isim babası koyun girişinde batı yamacına kurulu duvarları kısmen yıkık kaledir. Bu kale, MÖ 7’inci yüzyılda Rodos’un ana karadaki en önemli bağlantı noktası Loryma antik kentinin savunması amacıyla yapılmış. Koyun girişine tamamen hakim kale, sonraları Bizans döneminde de güçlendirilmiş ve bir donanma üssü haline getirilmiştir. İngiliz deniz haritalarında Oplasika Bükü (Rumcası Aploteka Limanı) dendiği için son dönemlerde burada bir de tersane kurulduğu tahmin edilmektedir.
Loryma’dan bugüne kalan en önemli ve görünür yapı limandaki tepenin üstündeki diktörgen şeklindeki dokuz kuleli kaledir. Bozukkale Koyu bu kalenin surlarının dibinden başlar ve karaya doğru küçük bir göl gibi 0.8 mil karayel yönünde girer. ‘Göl gibi’ dediğime bakmayın, Bozukkale’yi ancak sabah saatlerinde göl gibi görebilirsiniz. Bu bölgede hiç eksik olmayan rüzgar hafifçe kıpırdanmaya başladığında koyun içine tepelerden bayağı kuvvetli girer.
Koy içinde üç iskele vardır. Bunların herbirine 10-15 tekne bağlanabilir. Kıyılarında birer restoran bulunan bu iskelelerde tonoz da bulunur.
4- Dalyan - Kaunos: Ekincik’ten 2 mil doğudaki Dalyan bir doğa, kültür ve tarih harikasıdır. Dalyan’ın 2.2 mil genişliğindeki ağzını oluşturanİztuzu Kumsalı’ndaki 15 metrelik aralıktan girilir. Sazlık, bataklık, üçgen biçiminde bir deltadır.
Delikli Ada’nın doğu koyunda alargada kalıp bir gezi motoru ile de Dalyan’ın içini keşfetmek mümkündür. Ama en iyi yöntem Ekincik’te konaklayıp buradaki kooperatifin motorlarından birini kullanmaktır.Tam bir labirenti andıran o sazlıklar arasında yolculuk büyüleyicidir. Nehrin kıyısındaki Likya kral mezarları görkemlidir.
Biraz zahmetle tırmanacağınız 2400 yıllık akropolisten harika bir antik şehir ve doğa manzarası; tapınakları, tiyatrosu, agorası, çeşmeleri, spor okulu, hamamlar ve sütunlu yoldan ulaşacağınız eski liman gibi çok iyi korunmuş eserler ve yoktan varedilmiş bir antik kent dokusu görerek ayrılabilirsiniz.
Genel kural olarak, bir dönem Karya yönetimine girmiş olsa da, Kaunos’un esasen Türkiye kıyılarında Likya topraklarının başladığı yer olduğu kabul edilir.Karışık olmayan tek şey ise; Heredot’tan bu yana tüm tarih yazımcıları arasında Kaunoslular için ‘soluk benizli, sağlıksız bir halktır’ betimlemesidir. Zira antik dönemlerden bu yana Kaunos’un yanındaki deltanın bataklıkları, sazlıkları, sivrisinekleri ve özellikle sıtma hastalığı iyi bilinen olgulardır.
5- Göcek Koyları: Kapıdağ Yarımadası üstünde çetin doğa koşulları nedeniyle bugüne kadar arkeolojik çalışma yapılamayan üç Likya yerleşim merkezi bulunuyor. Krya, Lisai ve İydai antik kentleri . Bu kentlere ancak yerel rehber eşliğinde ulaşılabilir. Ama Göcek’te denizden seyri harika olan en etkileyici Likya anıtları Bedri Rahmi’de dağ yamacına oyulmuş Likya Kral Mezarları’dır. Koy içinde Manastır Koyu’ndan Kapıdağı Yarımadası’na geçen Likya Yürüyüş Yolu’nun izleri vardır ve bu yola karayolu ulaşımı çok güçtür. Manastır Koyu’nun yamacında yer alan ve Kapıdağ Yarımadası’nı dev bir kaleye dönüştürmek amacıyla yapılmış savunma surları etkileyicidir. Ayrıca Hamam Koyu’ndaki (bir adı da Kleopatra Hamamı) Bizans dönemi su içi kalıntıları, Tersane Adası’ndaki Bizans yerleşimi kalıntıları da sadece denizden ulaşılabilecek ilginç duraklardır.
6- Fethiye Gemile Adası: Fethiye Körfezi’nden doğu istikametinde açılıp İblis burnu’nu döndükten sonra Ölüdeniz öncesi karşınıza gelecek Gemile Adası önemli bir Bizans dönemi yerleşkesi olan Kayaköy’ün limanı karşısında ıssız bir adadır. Noel Baba-Santa Nicholaus’un bir dönem yaşadığı yer olarak bilinir, ama aslında adeta bir askeri-dini donanma üssüdür. Haçlı Seferleri için bir sıçrama noktası oluşturmuştur. Küçücük adanın üzerinde 5 kilise bir büyücek tıp merkezi vardır.
Yoğun sualtı ve ada üstü antik kalıntıları bulunan Gemile Adası, Fethiye’de tur yapan ya da Fethiye’den çıkıp Kekova’ya doğru bir mavi yolculuk yapacak denizciler için sırlarla dolu, keşfedilmeye açık bir tarih hazinesidir.
7- Kekova-Kaleköy-Simena: Kekova ismi tüm bölgeye verilse de aslında Üçağız ve Kaleköy’ün karşısındaki adanın adıdır. Buada, antik Simena yerleşim merkezinin bundan 1900 yıl kadar önce bir deprem ile çökmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Kıyılarında sayısız koy klasik deyimle bir dantel şeridi gibi uzanır. Ancak bu dantelin konturları alışılmışın aksine yuvarlak değil karemsidir. Zira antik kentin evlerinden geri kalan duvarlar kıyıdan denizin içine doğru düzgün geometrik şekiller halinde uzanır giderler. Bu tuhaf sahil dokusunun arasında yamaçlardan denizin dibine doğru uzanan 2-3 bin yıllık taş merdivenleri görmek insanı büyüler.
Kaleköy’ün tepesinde kayalar içine oyulmuş amfi tiyatro Likya döneminden kalma olağanüstü bir tarihi mirastır. Amfi tiyatronun çevrsinde örülmüş kale, Bizans dönemi Rodos Şövalyeleri’nden (St. John Kalesi de denir) kalmadır... Antik Çağ, Likya, Doğu Roma, Bizans... Bu kayalar her şeyi görmüş birer bilge misalidir.
Comments